Gezi davasında hukuksuz biçimde 18 yıl hapse mahkûm edilen Mine Özerden’in Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi'nden BirGün Pazar için savunmasından seçtiği kısımları yayımlıyoruz.

“Neden diye sormayalım mı?”
İllüstrsayon: Murat Başol

Mine Özerden

Hangi hukuki ve somut delillerde suçlandığımı bilmeksizin maruz kaldığımız bu kafkaesk süreci sırasıyla; irrasyonel, absürd, sürreal nihayet, distopik diye tanımlayabiliriz sanırım…

2011 yılının kasım ayında Gezi Parkı’nın park olarak kalabilmesi talebinin parçası oldum, o tarihlerde müzakere süreçleri işleseydi gayet kolay çözümlenebilecek bir durumken, yönetim mekanizmalarının çözüme yönelik tavır almak yerine giderek dozu artan, tepeden inme, dayatmacı uygulamaları ve artan baskılarla durum kendiliğinden kitleselleşen bir hal aldı.


Elbette ben de anayasal haklarım ve kanunlar çerçevesinde kalarak bu hak talebinin bir parçasıydım. İfade alanları giderek daralıyor, temsili demokrasiden dahi uzaklaşılıyor, güçler dengesi, denetim mekanizmaları yok ediliyor, hukuk katlediliyor, orantısız güç uygulamaları ve baskılar artıyordu. Otoriterleşmenin koşar adımlarla geldiğini görmek için kâhin olmaya gerek yoktu… Bilemiyorum, acaba tüm bunları fark ettiğimiz ve cesaretle olması gerekeni talep ettiğimiz için mi suçlanıyoruz?

Malum gezegen insanlığın yarattığı yeni bir kriz döneminden daha geçiyor… Çürüme her yerde, her yerden pis kokular yükseliyor. Canım ülkemde de pek çok şeyin çivisi çıkmış. Nelerden geçmiş gezegen de ülkemiz de… Bugünlerden de bir şekilde geçilir elbet… Anlayana da anlamayana da anlayamayana da zannımca parça parça ve topyekûn dersini veriyor ekosistemin ilahi adaleti… İnsanlık, ancak durumlarla tüm çıplaklığıyla karşı karşıya kaldığında kavrayabiliyor yarattığı cehennemleri. Mesela kalkınma ve büyüme adıyla küçük bir azınlık zenginleştirilirken yığınların onların eline bakar, elini açar, minnet eder hale getirmeyi “denge” sananlar var galiba… Dünyanın dört bir yanına dağılmış onca parlak, yetenekli ve değerli insanımıza rağmen uluslararası itibarımız yerle yeksan olmuş. Neden? Sormayalım mı?

2021 de dünyada 43 ülkede büyük çaplı yangınlar çıktı… Hiçbiri öngörülemez değildi… Yangınlar zaten hep oluyordu… Uzmanlar yıllardır bu yangınların daha da artacağını, nedeninin bir türlü değişmeyen tüketim alışkanlıklarımız olduğunu tane tane anlatmaya çalışıyorlar. Gezegenin ciğerleri, milyonlarca hektar ormanlık alan yandı. Mesela İspanya’da 38 bin hektar, ABD’de 3 milyon hektar, düşünün Rusya Sibirya’da 1,5 milyon hektar tundra yandı, Ortadoğu’da 54 bin hektar ormanlık alan kül oldu. Memlekette 300’e yakın yangında 18 bin 789 hektar ormanlık alan yandı. 118 bin 789 hektar Avrupa kıtasındaki en küçük 5 ülkenin toplam yüzölçümlerinden daha fazla bir alan. Yangını söndürmek için canla başla çalışan ikisi orman köylüsü 8 insan ve on binlerce canlı öldü… Bu durum da normal mi? Çok daha az zararla söndürülemez miydi yangınlar? İhmallerle ilgisi yok mu? Sormayalım mı?

Akarsu yatağında yerleşimin gelişmesine izin verilen bir kasabada ve civarında oluşan sel felaketinde 82 insan canından oldu. Ciddi yıkımlar ve kayıplar yaşandı.. Yağışlar arttığında sel olması elbette normal ama dere yatağına izin verilen yapılaşma, bu da mı normal? Sormayalım mı?

İsnat edilen suçların hiçbiri bulunmadığı ve kanıtlanmadığı halde Osman Kavala 1699 gün tutuklu yargılandı. Neden? Sormayalım mı?

Sadece geçtiğimiz yıl öldürülen 280 kadının, 124’ü evli olduğu, 37’si birlikte olduğu, 24’ü tanıdık, 21’i eskiden evli olduğu, 16’sı akrabası, 13’ü eskiden birlikte olduğu, 13’ü babası, 11’i oğlu, 6’sı kardeşi, 3’ü tanımadığı biri de kendisini bir süredir takip eden erkekler tarafından öldürülmüş… 11 kadının ise kimler tarafından öldürüldüğünün tespit edilemediği kayıtlara geçmiş durumda. Ve biz kadına ve aile içi şiddete karşı çok yönlü mücadele amacıyla hazırlanıp İstanbul’da 34 ülke tarafından imzalanan ülkemin yüzde ellisi olan kadınları koruyan bir anlaşmadan, sadece küçük bir grubun desteğini alabilmek siyasi rantı uğruna, bir gecede İstanbul Sözleşmesi’nden çıktı. Bu da mı normal sizce? Sormayalım mı?

200 TL’lik banknot, basıldığı yıl olan 2009’da 138 dolara karşılık gelirken bugün sadece 11-12 dolar… Ha bu arada kamudan ve doğadan devşirdiği kaynakları, kamuya iade etmekten imtina eden, vergi vermemek için trilyonlarca lirayı off-shore cennetlerine kaçırırlarken, ülkemdeki namuslu insanlar gün geçtikçe daha da fakirleşiyor. Ne hakla diye sormayalım mı?

Canım ülkem uyuşturucu trafiğinin en önemli merkezlerinden olmuş, İstanbul’un atık sularından çıkan uyuşturucu raporu ürkütücü, kullanım yaşının epeyce düştüğü, olağanüstü arttığı ve çeşitlendiği de açık, uzmanlar ve ilgililer gerçekleri biliyor ve paylaşıyor olsalar da durum barış isteyen akademisyenlerin kanlarıyla duş alacağını söyleyen birinin ifşaatıyla gündeme oturabildi ancak. Anlaşılan başkalarına yaptıklarının kendi başına da kolayca gelebileceğinin kavramasına neden olan kazıkları yiyince hakikatlerden gayrı kendisini ve sevdiklerini kurtaracak bir şey kalmamış zatın elinde. Eee bütün bunların yeniden yeniden yaşanmaması için, ne yapılması gerektiğini sormayalım mı?

Önlenebilir olanları önleme konusunda basireti bağlanmış, çözümü hep diğerinden, ötekinden ya da “bir büyükten” icazet bekleyen sorumsuz sorumlular her yerde…

İnsanı diğer türlerden ayıran akıl ve ifade yeteneğini kullanan, harekete geçme konusunda irade gösterenleri atalete çekmekten, onları hapsetmekten vazgeçmeyen, dünya nimetleri sadece kendilerinin kontrolünde olsun isteyen bir avuç fani, bize dayatılan tüm bu haksızlıklara direnmemizden rahatsız, hakça paylaşma taleplerimize engel olmak, vatandaş yerine tebaa olmamızı istiyorlar. Ve bunun için şuursuz ve doyumsuz faydacıları kullanıyorlar dersek… Yanlış mı olur?

Ha bu arada Boğaziçi Üniversiteliler, Barınamayanlar, İkizdere Köylüleri, Kazdağı Sakinleri… O kadar çok yerde çoban ateşleri yanıyor ve gasp edilen haklarını talep edenler öyle net ve çatır çatır soruyor ki sorulması gerekenleri…

Boyunlarını büküp türlü haksızlıklara talana, yalana, dolana, kendilerinden ve doğadan her gün daha fazla çalınmasına göz yumup itaat mi etsinler? Evet… 85 milyonluk halkın ayarlarıyla gelen giden yıllarca oynamayı deneyebilir lakin bu toplumun mücadeleci doğası öyle kolay değişir mi? Sanmam.

Bu bir “yoklar” davası, delil yok, suç yok, hukuki dayanaklar yok… Yine de varsayımlarla hareket etmek durumundayız. Bizi yargılayan ve üç yıl içinde defalarca değişen sayın mahkeme heyetlerinin, beraat ettiğimiz 657 sayfalık kes yapıştır absürd iddianameyi okuduğunu, anladığını ve çalıştığını varsaymak durumundayız mesela… Hukukun olması gerektiği gibi işleyeceğini varsaymak durumundayız. Bu davada tarafların ne yapacağını bilemez halde oluşu, topu oradan oraya atması, süreçleri uzatması da artık anlaşılabilir bir durum sanki. Değerlerin yerine çifte standartlı sürekli tarafı değişen ikiyüzlü normlar alınca, hukuk kriterlerinin yok sayılması da normal mi algılanmaya başladı acep?

Bunca değersiz, hakikat ötesi saçma durum sürdürülebilir mi ki? An gelir, iklim değişir. Akla, mantığa, adalet duygusuna ihtiyaç duyulur. Tüm bu çürüme ve sıradanlaşan kötülüklerle hesaplaşılır, yüzleşilir.

İnsanlık tarihi bunun da örnekleriyle dopdolu. Hukukçuların gayet iyi bileceği Adolf Eichmann davası mesela… Duruşmaları izleyen Hannah Arendt, binlerce insanın ölüme gönderilmesinden sorumlu tutulan Eichmann’ın sadist bir canavardan ziyade normal, hatta ürkütücü derecede normal bir insan olduğuna dikkat çekerken, düşünme ve muhakeme yetisinin kaybolmasıyla kötülüğün nasıl sıradanlaştığını gözler önüne seriyordu. Sıradanlaşan kötülüğün temel ve kökten bir şey mi, yoksa kendisinde güçlü olanın emirlerine sonuçlarını düşünmeksizin uyma, çoğunluk görüşüne itaat etmenin bir sonucu olup olmadığını sorguluyordu.

Belki de tarihin tekerrürden öteye geçebilmesi için hesaplaşma kültürünün yetmediği, sürekli kendini yeniden doğurmasının panzehrinin yüzleşme kültürünün gelişmesi olduğunun farkına varmamızın zamanı gelmiştir… Kim bilir? Akıl, fikir, vicdan dileyelim hepimize.