Tam dokuz senedir her hafta burada sizlere yazıyorum lakin hiçbir gün bugünkü kadar zor gelmedi yazmak. Cumhurbaşkanlığı makamında oturan kişinin hepimize “sürtük” demesi ile başlayan öfkem bu sabah aldığım elim bir haberle acıya evrildi. Öğretim görevlisi olduğum üniversitede Gazetecilik Bölümü’nden gencecik, başarılı pırıl pırıl öğrenci Soner Tekinel’in hayatı sona erdi. Bu sert dünyada hassas kalplerin nasıl ezilip geçildiğini görmemek için kör olmak gerek. Kör olmayalım ne olur. Gençlerimizin bizlere ihtiyacı var. Neden böyle başladım yazmaya bilmiyorum ama bu sefer içime atamadım ve şimdi de bahsetmek istediğim filmlere nasıl geçiş yapacağım onu da bilemiyorum. İstedim ki sinemanın ne denli büyük bir sanat formu olduğunu kanıtlayan “Oslo Üçlemesi”nden (The Oslo Trilogy) bahsedeyim ve sizleri o filmlere yönlendireyim.

FELSEFİ ALANLAR

Biliyorsunuz film eleştirilerinde yazılan mecra ile hangi okuyucuya seslendiğiniz önemli. Bu açıdan bakıldığında belki de bu filmler, rahat okunmayı ve okuyucunun sorularına cevap vermeyi önceleyen yazı disiplinimle örtüşmeyecek. Ama gene de, Mubi dijital platformunda sizlere ulaşmayı bekleyen, Danimarka doğumlu Norveçli yönetmen Joachim Trier’in Nakarat (Reprise, 2006), Oslo 31 Ağustos (Oslo, 31. August , 2011) ve Dünyanın En Kötü İnsanı (The Worst Person in The World, 2021) filmlerinden oluşan “Oslo Üçlemesi”nden (The Oslo Trilogy) yerim elverdiğince bahsedeceğim. Bugün Dünya Sineması’na baktığımızda, karakterlerine bu kadar yaklaşabilen, onların içsel yolculuklarını takip ederek onları bu kadar iyi yansıtabilen ve bunu yaparken de seyircinin karakterlerle özdeşleşmesini bu yoğunlukta sağlayabilen az yönetmen var diyebilirim. İlk bakışta Trier’in karakterlerinin yalnızlıkları seyirciye amaçsızca gözükebilir. Hatta belki biraz önyargılı gözle bakıldığında, böylesi sert bir dünyaya oranla daha şanslı coğrafyada yaşayan bireylerin zihinsel mücadeleleri fazla avangard bulunabilir. Toplumsal baskılardan kurtulmak, başkalarının istekleri doğrultusundan sıyrılma arzularına konforlarını bozmadan ulaşmak istemeleri, bu muhtemel azımsama tepkisini doğuruyor olabilir. Ancak unutmamalı ki, önce kendi özünden ardından hayatın özünden kopuş, üzerinde konuşulması gereken olguları beraberinde getirmekte. Üçlemede hepsi Anders Danielsen Lie tarafından canlandırılan ilk filminde 20’li yaşlardaki Philip, ikincisinde 30’lu yaşlarda Anders ve üçüncüsünde 40’lı yaşlardaki Aksel’in sancılarını, arzularını, psikolojik durumlarını kısacası zihinlerini, içinde bulundukları toplumsal koşullara göre şekillendiğini düşünen seyirci bu karakterlerin kendilerinden ve toplumdan uzaklaşma yollarını daha iyi anlayabileceğine eminim. Kendilerine olduğu kadar diğer insanlara varoluşçu anlamda yabancılaşmaları, soyutlanma içerisinde kendilerini fark etmek için verdikleri mücadele azımsanmamalı.

İMGESEL VE SİMGESEL

İskandinav sinemasına dâhil olan bu üçlemedeki olguların analizlerinde sosyal, kültürel ve ekonomik yapıların bireyler ve toplum özelinde psikanalitik film kuramından faydalanılarak ele alınması gerektiğini düşünmekteyim. Trier’in kendi zihinsel yaşamının filmle bağlantısını oldukça güçlü tuttuğunu bilmek de filmin ileri okumaları için oldukça anlamlıdır. Lakin her bir filmden burada bahsedemeyeceğim için üçlemenin en sevdiğim filmi olan “Oslo 31 Ağustos”un biraz daha yakınına gireceğim bu yazıyla. Otuz dört yaşında, tedavisinin sonlarında olan uyuşturucu bağımlısı Anders’in rehabilitasyon merkezinin ayarlaması ile iş görüşmesine gitmek üzere merkezden ayrılması ile başlayan ve onun son yirmi dört saatini konu alan bir film. Üçlemenin içerisinde varoluşsal yabancılaşmanın en yoğun, en acımasız yüzü ile karşılaştığımız film bu bana kalırsa. Anders karakteri ile o kadar yoğun bir empati sürecine sokulmaktayız ki, inanın bu filmin seyircisi olmak o kadar da kolay değil. Anders’in kendiyle ve hayatla yüzleşmesini vurgulayan imgesel ve simgesel alanlar o kadar yoğun ki, boş umutlara kapılmak veya onun için bir anlam bulmak adına hiçbir aralık bırakılmamış metinde. Yönetmenin Anders’in içinde bulunduğu andan ve mekândan simgesel anlamda uzaklaştıran kamerası, bir kafede oturan Anders’in kafede oturanların dileklerini duyulur hale getiren ses kavrama hilesi, kameranın girdiği mekânlarda sahnenin niteliğine eşlik eden duvar resimleri ile ciddi bir yönetmen sineması ile karşılaşmaktayız.

MUHASEBE ALANLARI

Anders’in camın önüne geçerek perdeyi açması ile başlayan filmin kapalı bir perde ile sonlanması gibi dikkatli izleyicinin yakalayabileceği ve yakaladıkça filmi daha anlamlandırarak önemseyebileceğini düşünüyorum. Anders’in ailesi ile ilgili monologunu dinlerken Oslo sokaklarında gezen kamera ve o bu dünyadan ayrıldıktan sonra Oslo sokaklarında gezen kamera ile seyirciyi özneye dönüştürmekteydi. Film boyunca yönetmenin kendine has kurgusuyla araya soktuğu bu Oslo görüntülerini, film nihailendiğinde öznenin yok oluşu sonrasında devam eden simgesel alanlar olarak (özneleşmiş) seyirciye izletmesi büyük bir muhasebe alanı açmıştı. Açıkçası bu görüntülerde öylesine kurşuni soğukluk hissettim ki yazıyı Kierkegaard’dan bir pasajı sizlere hatırlatarak bitirmek istedim: “Neredeyim ben? Dünya denen bu şey nedir? Bu kelimenin anlamı nedir? Beni bunun içine kim çekti de şimdi orada bırakıp gidiyor? Ben kimim? Dünyaya nasıl geldim? Bana neden sorulmadı, neden yolu yordamı öğretilmeden sanki bir “ruh satıcısı’’ndan alınmış gibi bir kenara itildim? Yoksa deli miyim? O zaman en iyisi beni susturmak; çünkü insanlar özellikle delilerin ve ölmek üzere olanların söylediklerinden korkarlar. Deli ne demek? Halkın saygısına mazhar olmak ve akıllı biri olarak görülmek için ne yapmam gerekiyor? Neden hiç cevap yok?”