Telefonu kapattı. Makinenin ışıkları, sahnede hiç kimsenin olmadığı bir salonu aydınlatır gibi yanıp sönüyordu. Aramızdan trenler geçiyor gibiydi

Neden sonra geride kaldın

“Siz makineler dünyasında yaşıyorsunuz ve kalbi çarpan şeylerin hayalini kuruyorsunuz. Biz makineleri düşlüyoruz çünkü çarpan kalplerin bizi terk ettiğini gördük.”

Küçük Arı

SİNEM SAL / @sinemsal

Sanki bacamızın tam tepesinde bir kuş var. Yuva yapmış. Ne onun kaçmasını istiyoruz ne de burada boğulup ölmek. Sahi, ne yapsak kurtulur her şey?

Kırtasiyedeki ısıtıcı bozuktu. Bir yanıp bir sönüyordu. Sokağı izlediğim cam kirlenmişti. Camın üstündeki turuncu yanar döner harflerle “Özen Kırtasiye” yazıyordu. N harfi soyulmuştu. Yağmurun cama vurma sesi, çocukken, kış günlerinde tuvaletteki plastik küçük kovaya dolan suyun sesini hatırlatıyordu. Yine aynı yerlerim üşüyordu belki ondandır.

Her şeyi hatırlıyorum. Üstümde yeşil, boğazlı bir kazak vardı ve boynumdan annemden kalma ince, yonca şeklindeki altın kolye sarkıyordu. Masanın altındaki ısıtıcıdan gelen sıcaklık botlarıma vurdukça, dükkâna yanık lastik kokusu yayılıyordu. Kasanın hemen yanında duran tüylü kalemlerden birini almıştım elime, önümdeki fişlere yuvarlaklar çiziyordum. Yağmur, cama sert bir şekilde vurmaya devam ediyordu. Şehirdeki insanlar, şehirde değil gibiydiler. Böyle günlerde, soğuk kış günlerinde, çok az insanın kırtasiyeye ihtiyacı olur. Hem de böyle bir şehirde. Daha da az.

Gözlerim kapanmak üzereydi. Tüylü kalemi tuttuğum sağ elim, başımı taşımaktan yorulmuştu. Zillerin asılı olduğu kapı açıldı ve içeri soğuk hava sesi girdi. Soğuk hava, çarptığı nesneleri dondurup sessiz hâle getirirken, esip geçtiği yerlerde fırtınalar koparıyordu.

Uzun, siyah paltosunun içine giydiği kiremit rengi gömleğinin ıslanmış kokusu yanıma yaklaştığında burnumun içini sızlattı. Ses tellerinin en tenha yerinden gelen sesiyle “Fotokopi çekiliyor değil mi?” diye sordu. Yanakları, yüzündeki kemiklerin içine doğru çekilmişti sanki. Paltosunun içindeki büyük cepten, bir tomar kağıt çıkarıp masamın üstünde düzeltmeye başladı. Kupkuru elleri, buruşmuş kağıtları düzeltirken, içimi kemiren bir ses çıkarıyordu. Kenarları kıvrılmış kağıtları, avuç içiyle düzeltip bana doğru uzattı. “Birer tane çoğaltalım,” dedi.

Elle yazılmış tam 127 sayfaydı. Hiç unutmam. Fotokopi makinesinin ışıkları odada, sessiz bir şimşek gibi çakıyordu. Dışarıda yağmur, cama sertçe vuruyor ve sanki hepimizin canına okumak istiyordu.

Gözüme çarpan kelimeler, çoğaltmakta olduğum kağıtların birer mektup olduğunu söylüyordu bana. Gözlerimi okumaktan alıkoyamıyordum. Kağıdı ellerimle, makineye yerleştirirken, parmaklarımın arasında hareket eden cümleleri hızlıca ve çok belli etmeden okumaya çalışıyordum. Renkli kalemleri bir eliyle karıştırırken, “Buralarda çay içebileceğim bir yer var mı?” diye sordu. “Var,” dedim, “buradan aşağı indiğinizde bir ilkokul var, onun hemen sağ tarafında küçük bir kahve var.” Göz göze gelmeden aramızda geçen bu konuşma, buralı olmadığını anlatıyordu bana.

56. sayfadaydım. Bileklerim ağrımaya başlamıştı. Bozuk ısıtıcıya ayağımla hafifçe vurdum. Yeniden yandı. “Bazı satırlar,” dedim “silik çıkıyor, sorun olur mu?” “Olur,” dedi “hepsini okuyabilsin istiyorum. Yeniden çekelim.” İki üç sayfaya geriye gittim. 14 Mart 2013 tarihinin yazılı olduğu sayfayı ellerimle bastırdım. “Şey,” dedi “sayfa parası ne kadardı bu arada?” “50 kuruş. Önlü arkalı çekmemi isterseniz daha uyguna gelir.” Cebinden çıkardığı bozuklukları sayıp “önlü arkalı olsun,” dedi.

Fotokopi makinesinin ışığı karşı rafta duran kalın kapaklı, mavi ve siyah dosyaları aydınlatıyordu. “Çok vaktim yok benim,” dedi “belki bir çay içecek kadar vaktim var ancak. Bu mektupları ulaştıracağım kişinin adresini İstanbul’da unutmuşum. Askerlik için geldim ben. Telefonunu biliyorum ama. Sizin için de sorun olmazsa bir arayabilir miyim?” Kasanın yanındaki kirli beyaz telefonu gösterdim. “Tabii,” ama “cep telefonuysa aramaz. Cep telefonuna kapalı.” Birkaç dakika önce mektupları çıkardığı cebinden küçük bir kağıt parçası çıkardı. Burnunu sesli bir şekilde sildiği elleriyle telefonun tuşlarına basmaya başladı. Göz ucuyla onu izliyordum. İstanbul’u aradı. “Nasılsın?” diye başladı konuşmasına, “iyiyim ben de işte. Geldim. Sana yollayacaklarım var. Nereye göndereyim? Anladım.”

Telefonu kapattı. Makinenin ışıkları, sahnede hiç kimsenin olmadığı bir salonu aydınlatır gibi yanıp sönüyordu. Aramızdan trenler geçiyor gibiydi. Eski bir makine olduğu için, çalıştıkça çıkardığı sesler artıyordu. Birkaç saniye sessizce durdu “Şey…ne kadar kaldı daha?” Makinenin yanına çekilmemiş kağıtları koymuştum. Elime alıp gösterdim. “Tamam,” dedi “çekelim hepsini.” Devam ettim.

Anladım demişti. Anladım deyince konu kapanırdı. Mevzu biterdi. Herkes her şeyi anlamak isterdi. Anladım demek çoğu zaman buruk bir cümleydi. Anladım, demek kabullenmekti. Böyle hayal etmemiştim ama buna da eyvallah, peki’ye işaret ederdi. Fotokopi işlemi bitince, kağıtları kasanın yanında düzenledim. Arka rafımdan, kağıtların boyuna uygun bir zarf alıyordum. “Kalsın,” dedi. Bıraktım. Poşetin içine koydum mektupları. Katladı. İç cebine yerleştirdi. Kabanının sol tarafı daha da kabardı.

Kapıdan çıktı. Postane sol üst taraftaydı. Sağa doğru yürümeye başladı. Anladım demişti. Telefonu kapatmıştı. Makinenin fişini çekmek için ayağa kalktım. Silik çıktı diye yeniden çektiğim sayfalardan biri makinenin üstünde duruyordu. Okudum:

“Hiç kimseyi özlemek istemiyorum. Ama seni çok özlüyorum. Zamanında varlığımı tamamlamasaydın, şimdi tüm bu işler açılmamıştı başıma. İnsan, bir kez âşık olunca, artık hayatla yetinemiyor. Hepsi talihsizlikti. Başımıza gelenlerin tamamı. Ya da saçmalıyorum. Tümden hata bunları söylemek. Talihsizlik diye bir şey yok. Yaşam var. Yine de anlatmaya değer, anladım diyebilmek için. Hepimiz ne olduğunu bilmediğimiz bir şeyi kavramak istiyoruz. Belki bu konuda birbirimize destek olabiliriz. Ne dersin?”

Kapattım. Makinenin fişini çektim. Isıtıcıya hafifçe vurdum. Isınmaya başladı.