Nefes almak istiyoruz!

ULAŞ AYDIN

AKP’nin 13 yıllık tek başına iktidarı sona ererken, artık her şeyin çok farklı olacağını öngörmüştük. İktidarın bekçileri derin bir düş kırıklığı ile “Peki şimdi ne olacak?” sorusuna yanıt ararken, 13 yılın serüvencileri Gezi’den sonra ikinci golü atmanın büyük keyfiyle eğlencenin dibine vuruyordu. Fakat kazın ayağının pek de olmadığı 7 Haziran’ın ardından geçen neredeyse 45 günün ardından gün gibi açığa çıktı. Evet, yargıda ve bürokraside bir takım frenleme mekanizmaları siyasi tablonun neticesinde kendiliğinden ortaya çıkmıştı. Fakat özellikle Meclis Başkanlığı seçiminden sonra AKP iktidarının kaybettiği psikolojik gücü yeniden toparlaması ile birlikte, yargıda ve bürokraside hiçbir şey değişmemiş gibi eski işleyiş aynen devam etti, ediyor. Meclis Başkanlığı seçimi AKP etrafında kümelenmiş irili ufaklı tüm asker, polis, memur, yargı mensubu ve her türlü iş çevresine şu tabloyu tekrar gösterdi: AKP kendi rejimini kurmuştu ve kurduğu bu rejimi parti-devlet uyumunun 2000’li yıllardaki en tipik örneklerinden biriydi. Devlete karşı gelinemezdi, devlet büyüktü, devlet yüceydi, devlet “Saray’dı”. Nitekim siyasi partiler gelip geçer fakat devlet her daim baki kalacaktı.

Kurulan bu dikta rejimi koalisyon görüşmeleri gerisinde eski işleyişini aynen sürdürüyor; hatta daha da ceberutlaşıp, aymazlığın dibine vurarak yoluna devam ediyor. 7 Haziran Seçimleri sonrası Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından verilen “ÇED Gerekli değildir” ve “ÇED Olumlu” raporlarının istatistiğine bakmamakla beraber, gözle görülür bir biçimde arttığını fark etmemek de mümkün değil. Yeşil Yol, Artvin Cerattepe, Karaburun RES, Ödemiş Maden, Zonguldak Çatalağzı Termik Santral, Kaz Dağları Termik Santral vb projelerin tamamı Haziran seçimlerinden sonra haberdar olduğumuz katliam girişimleri. Bu katliam girişimlerinin tamamı bürokrasinin her türlü kolaylaştırıcılığı ile adım adım ilerliyor. Yükselen Türkiye’nin daha fazla enerjiye ihtiyaç duyduğu vb. söylemleri ile gerçeklikten kopuk halkla ilişkiler girişimleri çerçevesinde bürokrasi, yargı, kolluk ve tabii ki bu sektörün öz evladı yandaş basın elinden geleni ardına koymuyor. Enerji, maden, ulaşım sektörü ile ilgili toplumun fikrini beyan etmesine tamamen kapalı bu güruh, Havva Ana sembolünü düşmanlaştırıp, tüm çevrecileri ve her türlü çevreci girişimi vatana ihanet dolayımına sokuyor. Rejim savunmasız köylüleri sıkıştırıyor, Erdoğan dev projeleri durduranın karşısında kendisini bulacağını söylüyor, Çanakkale’de atıklarını ormanlık alana boşaltan termik santral işletmecisi şikâyetçi olanları terör örgütü kurmakla suçluyor, Mamak Kaymakamı taşocağı istemeyen köylülere “cenazenize geliriz” diyebiliyor. Bunlar basında görüp de aklımda kalanlardan ilk kâğıda dökülenler. Bu tutumu binlerce örnekle çoğaltabiliriz.

Bir de uygulanmayan yargı kararları var ki her biri rejimin kendi hukukunu tanımayışının can alıcı örnekleri. CHP İzmir Milletvekili Zeynep Altıok’un da protesto eyleminde yer aldığı Karaburun Yaylaköy’de mahkeme kararına rağmen dönmeye devam eden RES türbinleri ise bunların en sade ve yalın örneklerinden sadece biri. Karaburun Yarımadası tam anlamıyla RES terörüne kurban verilmiş durumda. Öyle ki yarımadanın %61’i neredeyse tek bir şirket tarafından işgal edilmiş. Bununla beraber yarımadada Ayen Enerji, Egenda Enerji, Çalık Enerji, Gres Enerji de RES türbinlerini döndürmeye devam ediyor. Bu türbinler yaşam alanlarına en az 1 kilometre uzaklıkta olması gerekirken Karaburun ve Çeşme yarımadasında neredeyse 200 metre yakına kuruluyor. Dev direkler kuruldukları bölgede meraları yok ediyor, hayvancılığı bitiriyor, tarımsal kalkınma potansiyelini ortadan kaldırıyor. Dağlarında 15 bin karakeçi otlayan Karaburun Yarımadası köylüleri keçilerini satıp göç ediyor. Karaburun Yaylaköy’de mahkemenin yürütmeyi durdurma kararına rağmen enerji şirketi türbinleri döndürüyor, hakkında iptal kararı olan kurulu türbin ve aynı bölgeye daha da fazlasını dikmek için ÇED sürecini başlatıyor. Bunu yaparken de kolluk savunmasından, bürokrasi gözetimin siyaset ve sermayenin eşsiz uyumunu yörük köylülerine sergiliyor. Böylelikle rejimin muhtevasını da net bir biçimde ortaya çıkmış oluyor. AKP rejimi ülkeyi geri dönülemez bir çevre felaketine doğru adım adım sürüklüyor. “Yükselen Türkiye” mottosu arkasına sığınan bu yağmacı söylem ve eylem birlikteliği yaşam alanlarını tehdit ederken, doğayı talan ediyor, beraberinde getirdiği plansızlığı ile ekonomiye de orta ve uzun vadede kalıcı zararlar veriyor. Hayvanını otlatacak yer bulamayacak Artvin köylüsünü madene zorunlu bir biçimde indirecek olan bu neoliberal yağmacılık ve siyaset ortaklığı; Karaburunlu yörükleri keçilerini sattırıp kentlere sürüyor. Ekoloji mücadelesinin salt yaşam alanlarının daha yaşanabilir kılınması ile sınırlı olmadığını, devrimci içeriğini de düşünmek gerekiyor. Sürdürülebilir bir kalkınma ve doğa ile dost bir ekonomik gelişmeyi de doğrudan ilgilendirdiğini kavrayarak, rejimin oturduğu ideolojik yapıtaşlarını yerinden oynatacak ve 13 yıllık kaotik siyasal iklimi ortadan kaldırıp, ülkeye nefes aldıracak bir süreci örgütlemek de bizlere ödev olarak düşüyor. Aksi takdirde sadece psikolojik olarak değil gerçekten de nefes alamayacak duruma geleceğiz. Ve Gezi’nin bize öğrettiği en nadide gerçeklik şudur; nefes almak istiyoruz!