Her şeyden önce “aile” diyerekten kutsadıkları toplumsal birimin mevcut patolojilerini dert etmeleri gerekirdi tabii ki. Daha geçen hafta açlıktan ölen Nur Elif’i, ailesinin zoruyla kaldığı tarikat yurdunda intihar eden Enes’i dert etmeleri gerekirdi.

Nefretin anayasallaşması için 'aile' bahanesi

Cumhurbaşkanı Erdoğan’a o çok istediği referandum gündemi başörtüsü ambalajıyla kaplanıp da “muhalefetten sevgilerle” armağan edileli henüz birkaç ay oldu. Elbette ki fırsatı kaçırmayan Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun yerli yersiz açtığı “başörtüsüne anayasal güvence” tartışmasını bu kısa süre içinde “sapkın akımlar” (!) tarafından tehdit edildiğini söylediği “aile müessesinin korunması” gündemiyle yoğurdu ve doğrudan Medeni Kanun’u, dolaylı olarak da laikliği ilgaya meyleden yeni bir siyasi taarruza çevirdi. Geçtiğimiz yıl İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme bahanesi olarak kullanılan “aile elden gidiyor” vesvesesi bu süreçte hızla LGBTİQ+ düşmanlığının vesikasına dönüşerek cümle yobaz sürüsünün diline pelesenk olurken, STK kisvesinde korunup kollanan tarikatlar da kendi ayıplarını örtmekten müdahil taşkınlıklarını savunmaya kadar, her vukuatlarının ardından “aile” demekten geri kalmadılar. İşin aslı, zaten yıllardır sosyoloji uzmanlığına soyunan ilgili ilgisiz herkesçe “toplumun yapıtaşı” yahut “direği” filan denilerekten takdis edilen aile mefhumu, bugünlerde ansızın siyasal İslamcılık tarafından yeniden “icat” edildi ve Türkiye toplumunun hüviyetine isnat edilen akıl almaz eylemlerin meşrulaştırıcısı haline getiriliyor.

Burjuva muhalefetin kimi unsurunun referandum korkusuyla yeni Anayasayı doğrudan desteklediğini, HDP’nin de “koşullu destek” verebileceğini duyurduğu biliniyor. Artık kim olduklarını gerçekten çok merak ettiğimiz malum “endişeli muhafazakârlarla” helalleşme sendromuna yenik düşmüş CHP’nin de bu düzenlemeye “evet” sinyalleri vermeye başladığı kulaklara çalındı çoktan. Kendilerince Erdoğan’a “malzeme” vermek, “başörtüsü karşıtı” imiş gibi görünmek istemiyorlar. Gelgelelim kendi basiretsizlikleri nedeniyle atladıkları bu siyasi kapan çok daha fazla “suç ortaklığına” dâhil olmalarını gerektirecek gibi görünüyor. Zira Erdoğan’ın daha sürecin başında iken -kendisinden beklenmedik bir dürüstlükle- ifade ettiği üzere, “başörtüsü meselesi” onun için zaten “çözüme kavuşmuş” bir meseleydi. Bu nedenle o asla “başörtüsüne anayasal güvence” denilen şeyle yetinmeyecek. Kopardığı “aile” yaygarasıyla LGBTİQ+ karşıtı bir rüzgâr estirip, bu süreçte nefret söylemiyle güdülenen cürümleri tetiklemeyi hedefliyor. Hülasa şimdiden “bizim kitabımızda yok fakat CHP ve diğer muhaliflerin kitabında var” dediği LGBTİQ+ için “bu büyük tehlikeye karşı bakanlıklarıyla ve sivil toplum örgütleriyle müteyakkız şekilde mücadele edeceğini” söyleyerek hücum borusuna üfledi bile. Üstelik iktidar tarafından hazırlanan kanun teklifinde yer alan -41. Maddenin birinci fıkrasında önerilen- değişiklik de aileden ziyade evlilikle ilintili olarak “evlilik birliği, ancak kadın ile erkeğin evlenmesiyle kurulabilir” şeklinde tashih edilmiş durumda, gerekçe olarak da aile ve evlilik kurumunun “sapkın akımların dayatmalarına karşı korunması” gösteriliyor. Yani eşcinsellik devlet tarafından açıkça “sapkın akım” olarak tanımlanırken, bu düzenlemenin LGBTİQ+ üzerinde ne türden müeyyideleri legal hale getireceği de gizemini korumaya devam ediyor.

Mamafih iktidar kumpasının muhalefeti sıkıştırdığı yer de burası: Kuşkunuz olmasın, Erdoğan, aparatları aracılığıyla yarattığı sahte kamuoyunu gerekçe gösterip, Meclis’teki oylamayla dindirilemeyecek müstesna bir gündem yaratma peşine düşecektir. Ötesi, cinsiyetçi taarruzun bu yeni dalgası salt dinci gerekçelerle yapılmayacak, heteronormativitenin seküler dayanakları da işe koşularak muhalif tabanda da feveran etmesi sağlanacaktır ki muhalefetin bocalamaları daha da artsın. İşte yeniden icat edilen “ailenin” alametifarikası da burada, din kalıbını aşan bir sosyolojik birim olmasında bulunuyor.

Bu kumpasın eskizlerini geçtiğimiz eylül ayında İstanbul Fatih’te yapılan nefret mitinginde de görmüştük. Dinci ve faşist gruplar tarafından “Büyük Aile Buluşması” adıyla örgütlenen etkinliğin çağrısı devlet desteğiyle yapılırken, sarıklı cüppeli molla takımının sabun köpüğü seküler kamuflajını da Vatan Partisi yöneticileri ile Tuğçe Kazaz gibi medya maymunları oluşturmuştu. Tertiplenen temaşada temel vurgu yine “aile” üzerineydi, fakat çalan müzikten dahi rahatsız olan yobazlar kendilerini tutamayıp eylemi tekbirli yürüyüşle kemale erdirdiğinden takke düşmüş, kel görünmüştü: Kimsenin derdi aile filan değildi, LGBTİQ+ düşmanlığından dem vuran tarikatlar buradan meşruiyet devşirerek kamuoyundaki etkinliklerini artırmaya çalışıyordu. Şimdi ise bu “linç aygıtlarının” kumandasını zaten elinde tutan Erdoğan, istediği an istediği türden kaosun tuşuna basabileceği “anayasal güvenceye” de sahip olacak. İşte türlü bahaneyle bu değişikliğe “evet” oyu verecek olan her bir vekil de milyonların yersiz suçlamalardan infazına cevaz veren bir düzenlemeye daha imza atmış olacak bu yüzden.

Peki, gerçekten dertleri “aile” mi? Öyle olsaydı ne yapmaları gerekirdi?

Her şeyden önce “aile” diyerekten kutsadıkları toplumsal birimin mevcut patolojilerini dert etmeleri gerekirdi tabii ki. O “demirden leblebiyi” bir çiğnemeleri, ensest gebelikleri dert etmeleri gerekirdi misal; evlilik içi tecavüzlerden çocuklar üzerindeki ebeveyn sömürüsüne kadar (burada anmaktan ikrah ettiğim) bir ton tantanayı etraflıca konuşup her birini engellemek için “anayasal güvenceler” filan oluşturmaları gerekirdi. Daha geçen hafta açlıktan ölen Nur Elif’i, ailesinin zoruyla kaldığı tarikat yurdunda intihar eden Enes’i dert etmeleri gerekirdi. Sanki “aile” diye mükemmel bir şey varmış gibi ortada, LGBTİQ+ karşıtı nefret söylemini ona dayandırana kadar, ailenin en “ideal tipik” ve “steril” uğraklarında bile vuku bulan sistemli şiddeti, eşitsizlikleri, sömürüyü dert etmeleri gerekirdi. Ama ne çare? İki günlük siyasi emelleri uğruna “çocuklara gelinlik giydiren karanlığı” halka reva görenler mi yapacak bunu? Elbette ki hayır!

Güven Gürkan Öztan’ın geçtiğimiz hafta hatırlattığı üzere, sadece en son yaşadığımız “çocuk istismarı” örneği dahi tek başına gösterdi ki “Türkiye’de sosyalistler olmasaydı, tarikat ve cemaat düzenini cepheden karşısına alacak hiçbir politik özne olmayacaktı”. İşte iktidarıyla muhalefetiyle dincilik yarışına girip hepten çıldırmış olan bu tüm burjuva aktörlerin “aile” mefhumu etrafında döndürdükleri bu “anayasal” dalavere de sosyalist SOL’un tüm hatlarıyla laikliği, kamuculuğu ve eşit yurttaşlık haklarını müdafaasının önemini bir kere daha gözler önüne seriyor. Burjuva muhalefetin “Erdoğan’dan kurtulmak” namına memleketin başına sardığı belalara bir yenisi daha eklenirken anlaşılıyor ki bir gün “Erdoğan’dan kurtulsak” bile “kurtulmamız gereken şeyler” varlığını sürdürmeye devam edecek ve böylesi bir karanlığı bertaraf etmek için de yıkıcı/devrimci müdahaleden gayrısını tartışmak bile anlamsız hale gelecek.