Yağmur güzel yağdı, serinledi ortalık. Pek çok can sıkıcı durum olsa da bazen kendimi her şeyden uzaklaştırabilme yeteneğimi seviyorum. Yağmurun ardından deniz kenarında oturmuş doğanın o tuhaf, umursamaz dinginliğini yaşarken, sanki her şey yolundaymış hissi yayılıyor içime. Philippe Sollers’in son romanı “Merkez” var yanımda. Roland Barthes’ın yakındostu, Julia Kristeva’nın eşi olmasa, Sollers okur muydum acaba? […]

Yağmur güzel yağdı, serinledi ortalık. Pek çok can sıkıcı durum olsa da bazen kendimi her şeyden uzaklaştırabilme yeteneğimi seviyorum. Yağmurun ardından deniz kenarında oturmuş doğanın o tuhaf, umursamaz dinginliğini yaşarken, sanki her şey yolundaymış hissi yayılıyor içime.

Philippe Sollers’in son romanı “Merkez” var yanımda. Roland Barthes’ın yakındostu, Julia Kristeva’nın eşi olmasa, Sollers okur muydum acaba? Okurdum, ama bu ilişkiler ağı da etkilemiş olmalı okuduğumu ciddiye almamda. Yoksa, kıskanıyor muyum Sollers’i; Barthes’ın yakın dostu olmayı bırakın, kendisiyle bir kahve bile içebilmek beni dünyanın en mutlu insanı yapardı. Ki hayranlık durumları hiç bana göre değildir, Spinoza’nın dediği gibi “yüksüz bir duygu”dur hayranlık.

Sollers’in 2018’de Fransa’da yayımlanmış bu romanını 2019’da Türkçede okuyabilmek de güzel. Alfa Yayınevi, Nilgün Tutal çevirisiyle yayımladı. Sollers, kendisinin de romanda yazdığı gibi ‘tartışmalı’ bir romancı, roman sanatını tür olarak zorlamayı seviyor, bu yüzden kışkırtıcı, okuyunca bir daha okuma isteği uyandırıyor, damıtılmış, yoğun… Romanda psikanalist bir kadın ve onun romancı eşi var, tıpkı Sollers ve Kristeva gibi.

Deniz kenarında dingin bir biçimde her şeyden uzaklaşmışken, Sollers’in şu sözlerini okuyorum: “Freud insanın negatif bir kumaş olduğunu anlamıştı. Reddetme, inkâr, köreltme, olmamış kılma, peşin tercih, halüsinasyon. İnsan, rüyalarla aynı kumaştan yapılmıştır ve kısacık yaşamını ölüm çepeçevre sarmıştır.”

İnsan, negatif bir kumaştan yapılmıştı. Tersini düşündüm, pozitif olsaydı, ne psikoterapi olurdu, ne sanat, ne felsefe belki de… Eksik bir varlıktı insan, Lacan’ın pek güzel tarif ettiği gibi. Bütün mücadele, kültür, uygarlık, hatta aşk, bu eksiklikle mücadeleden başka bir şey değildi. Arzu ve bilinçdışı, eksiklikten oluşuyordu. İnsanların sınırlarla ilgili meselesi, belki de bu eksikliği inkâr etmeyle ilgiliydi, tam ve bütün olma ihtiyacı.

Sollers, Nora’yı anlatırken psikanalizi tarif ediyordu: “Kadın ya da erkek hasta, kendisinin okuru haline gelir. Bu durum korkunç, dokunaklı ve tutkuludur.” Bildiklerimi anlatıyor bana Sollers, zaten romanlar bize bildiklerimizi anlatmaz mı, böylelikle başka türlü görürüz olup biteni ve bildiklerimiz farklılaşır, çoğalır.

Başımı kitaptan kaldırıp denize bakıyorum, içimdeki dinginlik hâlâ yerli yerinde duruyor, okuduğum kitap huzursuz yapmadı beni. Belki de bütün sır, insanın eksikliğini çekiciliğe dönüştürmesinde gizliydi. Şöyle yazmış Sollers: “Gerçek çekicilik, kendi cehennemine gözleri açık giden erkek ya da kadınlara aittir.” Sonra da Rimbaud’dan alıntı yapmış: “Mutluluğun sihirli bir incelemesini yapıyorum / Kimsenin işin içinden çıkamadığı.” Mutluluk, işin içinden çıkılabilen, yani eksikliğin mutlak bir biçimde giderilebildiği bir şey olsaydı, şimdiki anlamını taşımazdı. Ölü bir yıldız gibi, görevini tamamlamış… Sollers, belki de bunu kastetmiyordu, hayatımızı kuşatan bütün bu acı tatlı tesadüfler bir şanstı, hayatı hayat yapan şeyler… Okuduğum şeyin dinginliğimi bozmaması için mi, böyle akıl yürütüyorum? Kim bilir…

Denize baakrken, Sollers’in bir Fransız korsan yazdı diye alıntıladığı şu şiir gözüme çarpıyor: “Özgür insan denizi hep yürekten seveceksin! / Deniz senin aynan; ruhunu seyre dal / Kabaran dalgasının sonsuz açılışında, / Ve ruhun daha az acı bir girdap değil.”