Birkaç yıl önce The Cut filmini çekti Fatih Akın. Kendisiyle söyleşileri okursanız göreceksiniz ki, filmi Western formatına taşıdığını anlatıyor, hemen ardından da Westernleri çok sevdiğini belirtiyor. Bakıyoruz tarihe, Alman Sinemacılar Alman Kültürü hakkında neler demişler?

Wim Wenders diyor ki, “our subconcios is colonized by Americans”, yanisi diyor ki “Bizim bilinçaltımız, Amerikalılar tarafından sömürgeleştirilmişti”.

Fassbinder diyor ki, Benim babam yoktu, baba işlevini perdeden izlediğim Humphrey Bogart oynadı….

Devam etmeyelim, nedenlerine bakalım. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da üstyapı yeniden şekillenirken, Birinci Dünya Savaşı’nda esastan farklı şeyler oldu. Kültürel olarak Almanya büyük oranda yeniden yapılandırıldı. Birincisinden sonra Almanya’da güçlü bir akım olarak Ekspresyonizm ortaya çıktı, ardından savaş sonrasındaki blokaj kalktıktan sonra da, çektikleri filmler Fransa’da, Londra’da, New York’ta büyük gişe başarıları kazandılar. Avant-garde sanatın öncü çalışmaları olarak modern sanatın içinde yer aldılar.

Ama İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, özellikle televizyondan Amerikan Filmleri ve dizileri Almanya’da yoğun olarak gösterildi. Kuşaklar boyunca, Westernleri seyrettiler, bu kısmi olarak Türkiye’nin 1970’lerini andırıyor. Sonuçta ne oldu?

Türkiye’den bir örnek vereyim: 1980’li yıllarda, Beyaz Gölge diye bir dizi gösterildi, hesapta ciddi bir NBA oyuncusu sakatlanmış, artık baskete devam edemeyecek, bir liseye basket hocası olarak dönüyor. Sonra da takımı ciddi yerlere taşıyor.

Bu dizi dramatik olarak bizim yaştakileri, yani 1980’lerde ergenlik çağında bulunan insanları futboldan ayrı olarak basketbola yönlendirdi. Türkiye’de çok ciddi olarak basketbol yaygınlaştı. Sonuçta on yıllar sonra Fenerbahçe Avrupa şampiyonu oldu, çeşitli milli takımın oyuncuları NBA’de oynamaya başladı. Acı ama gerçek, NBA’de oynadıktan sonra da milli takıma pek gelmez oldular. Ama her ne ise, Türkiye’de basketbol sporunun net olarak değişmesi Beyaz Gölge dizisinden sonra oldu. Bu ne demektir? Televizyon, toplumsal davranış kipleri üzerinde çok etkili bir araç!

Şimdi geliyoruz, The Cut filmine: aynı şekilde Fatih Akın’da büyük olasılıkla Western filmlerini seyrederek büyümüştür. Bir tür çocukluk aşkı gibi: Peki Avrupa çapında, hatta abartalım dünya çapında bir sinemacı 1915 Armenian Question meselesini ele alıyor, bunu anlatmak için de Western formatına uyarlıyor: Eee ne oldu sanatçı duyarlılığı, ne oldu sanatçının insanlığa borcu, ne oldu sanatçının ele aldığı meseleye yaklaşırken tarihe karşı sorumluluğu? Sen hiç okumadın mı büyük oyuncu Marlon Brando’ya En İyi Oyuncu Oscar’ı verildiğinde o törende kim ne söyledi? O bildirinin tamamı o salonda okunamadı, tabi ayrıca kim okudu o bildiriyi? O bildiri daha sonra tamamı yayınlandı: ne yazıyor o bildiride… Senin Western sevgin seni ilgilendirir: bizim tarihe baktığımızda göreceğimiz senin Western sevgin değil, Westernlere ilişkin Marlon Brando’nun hem de kendisine ödül verileceği zaman yaptırdığı konuşma olacak! Onu geçin daha 1930’lu yıllarda Nâzım Hikmet’in yasaklıyken Türkiye’de takma isimle yazdığı eleştiri ve sanat yazılarında Westernlerin toplumsal etkilerine ilişkin “acı sonuçları” yazdığını da bilmiyorsun! Eee ne olacak? Sanatçımızın sorumluluk alan yerleri acıyormuş mu diyeceğiz?

Acı bir vakıa daha: 11 Eylül saldırıları olmuş, birincisini değil, ama ikinci Kulenin patlamasını dünya canlı izliyor, dünyada haber kanalları canlı yayına geçmiş! Bir bakıyoruz, Almanya’da bir dijital müzisyen “hayranlık verici bir sanat eseri” olarak yorumluyor saldırıyı!

Düşünün bakalım, sanatın insana, insanlığın evrensel mirasına, insanlığın kadim değerlerine, insanların kolektif belleğine böylesine saldırması, böylesine yok sayabilmesi nasıl mümkün olabilmiş? Araştırıyoruz ve tabi ki buluyoruz… Jackson Pollock’ından şu rezil Andy Warhol’una kadar iktidar beslemesi ve CIA’nın öne sürdüğü konu mankenleri modern sanatın ar damarını çatlatmasıyla başlıyor bu işler.

Türkiye’de bu işlerin alıcıları ve satıcıları 1980’lerden sonra gündeme girdi ve o tarihlerden sonra Türkiye Amerika’nın gündeminin ciddi bir alıcısı oldu.

Bir bakıyorsunuz, insanların bedenlerine eziyet ederek yaptırdığı şu .... İşlerinin kökenleri Asya imiş, ama bunları biz yüzyıllardır iç içe yaşamamıza rağmen oradan değil, Amerika’dan alıyormuşuz: bunlara bakınca, sanatçının aslında ve esasında görevi nettir, ÇAĞININ VİCDANININ SÖZCÜSÜ OLMAK VE ÇAĞIN GİDİŞATINA İTİRAZ ETMEK. İNSANLIĞIN KOLEKTİF VE BARIŞTAN YANA SESİ OLMAK…

Bir bakıyorsunuz, 11 Eylül saldırılarından sonra Amerika’nın dünya çapında siyasal söylemi keskinleşiyor, denilenlere göre Şahinler kanadı erki devralıyor, bir de ne görelim: Hollywood dünyaya garip savaş filmleri ihraç ediyor. Sanat böylesine emir eri olarak bir yere varamaz…

Hümanizmle, Barışla, Evrensel İnsanlık Değerleriyle, Kadim Değerler ile bağlarını kopararak, sermayenin sözcüsü olarak ancak kendi meşru değerlerini ve sanatın toplumun üzerindeki gölgesini yıpratır!

Tarkovski haklıydı: Modern sanat, varlık nedenlerini kaybetmiştir, nereden gelip nereye gittiğini unutmuştur. Dolayısıyla adam The Cut filmini yazacağı ve yapacağı zaman çıkış noktası olarak Westernleri alabiliyor, o formattaki sahtekârlıkları ve değer yargılarının tersyüz edilerek anlatılmasını unutabiliyor! Ve elbette ki tuhaf biçimde filmi İngilizce çekebiliyor.


Bu açıdan net söylersek, Kadim Değerlerden Kopuş, ilk önce Evrensel İnsanlık İdealleri ve Değerlerinin altını oydu, ondan sonra da Parayı Veren Düdüğü Çalar komutası işlemeye başladı! Yeni Sağın Yükselişi evrensel ilkeleri, güçlü ve muktedir adına çiğneyerek, geçmişin sanat eserlerini yağmalayarak “kolaj”ı sanatın ideal formu haline getirerek ilk önce sanatın manevi anlamlarını yıktı!