Mevzu mucizelere geldi çünkü yapmadılar, yapamadılar ve yine olsa yine yapmayacaklar. Yapacakları tek şey “maliyet hesabı”. Payımıza düşecek tek şey, kurtarılmaya değmeyen hayatlara dönüşmek, yani topyekûn değersizleşme.

Neoliberal Leviathan burada, kamu nerede?!

Duygu Türk

Dehşeti gördük, hâlâ 6 Şubat'tayız, fakat adını koyabildiğimiz çıldırtıcı bir gerçekle de baş başayız: Kamu otoritesini ellerinde tutanlar -her söz ve eylemleriyle- kamusal sorumluluk diye bir şeyi hiç duymadıklarını yüzümüze yüzümüze vuruyorlar. Kurtarma çalışması nerede deniyor, ölçek büyük diyorlar; çadır nerede deniyor, çoktan şirketleştik diyorlar; peki denetim, depremin çoktan biliniyor oluşu? O başka, orada "devlet, halkıyla barıştı" diyorlar. Yani aslında şunu diyorlar; olan oldu, ölen öldü, salayı boşuna mı ilk günden okuttuk? Bu doğru, ilk günden okudular salayı, böylece ilk günden ilan ettiler kaderimize düşen payı.


Bu bir ilk değil elbette. Şiddetin katbekat yoğunlaştığı ve korkunç bir aciliyet duygusunun eşlik ettiği haliyle ve fakat kendini yineleyen bir motifle karşı karşıyayız. Zira olmadık Ohaller yaratmaya muktedir olanların, gerçek bir olağandışı durumla aslında hiç de ilgilenmediklerini aslında çoktan deneyimledik. Pandemide başımızın çaresine bakmak zorunda olduğumuz ama çalışmaya devam edip AVM'ye gidebileceğimiz absürtlüğüyle, büyük orman yangınlarında yangın söndürme uçağı bulundurma sorumluluğu duyulmadığıyla yakın zamanda yüzleştik. Soru o zamanlar da aynıydı: Nerede bu devlet? Bırakalım yakın geçmişi, yalnız yerbilimcilerin değil ki memleketin sosyal bilimcilerinin de yıllardır dilinde tüy bitmedi mi? Şimdi yurttaşın "devlet yok" feryadından incinenlere bakın, sanırsınız bunu ilk kez duyuyorlar. Sanırsınız eli kalem tutan ve aklını halktan yana çalıştıran herkes yıllardır, devletin ne yönde yeniden yapılandırıldığını, inşaattan gözü parlayanların ilkel birikimi güncellediklerini, kamudan geri çekilişin hayati problemler yaratacağını ve hatta nasıl anayasasızlaştırıldığımızı her fırsatta yazıp çizmemiş. Oysa yıllardır hep bunu, yani aynı meselenin türlü veçhesini konuşuyoruz. Zira en az kırk yıldır sistematik biçimde "kamu"nun imlediği, anonim ve evrensel kapsayıcılıkta her ne varsa tümünde birden müthiş bir erozyonu deneyimliyoruz. Kamusal varlıkların sermaye sınıfına transferinden yasamanın yürütmenin tekil bünyesine sıkışmasına varacak biçimde hep aynı "özelleştirme"ye maruz kalıyoruz. Can güvenliğinden, kamusal eğitim ve sağlıktan sorumluluk duyulmaması ile tanımı gereği aynı evrensellikle karakterize olan yasadan, anayasadan, denetimden sorumsuzlaşmayı aynı sürecin yüzleri olarak yaşıyoruz. Bile isteye yok edilen şeyden sorumluluk mu duyulur? Duymuyorlar elbette.

Bu nasıl oldu? Bunu artık hepimiz görüyoruz; bu, kamu'nun imlediği evrenselliğin taşıyıcısı olan sınıfın yani işçi sınıfının örgütlü gücünün, etkili söz söyleme kapasitesinin ve giderek bir halk olma refleksinin parçalanmasıyla oldu. Sermaye bu korkunç atağını tam da öncelikle kamusal olanı savunacak olanları politik olarak etkisizleştirerek gerçekleştirdi. Tersinden de doğru; sınıfsal güçler arasında açılan devasa uçurum, sınıfsızlaştırıcı etki yaratan en ufak bir kamusallığı dahi yapısal olarak imkân dışı kıldı. Peki, geriye ne kaldı? Kamusuz bir yürütme erkinin, amacı salt kendi varlığını sürdürmek olan bir mekanizmanın araçları ne ise o kaldı: Dev bir propaganda aygıtı, zor gücü ve tehdit addettiğine doğrultulacak Ohal silahı. Bu tehdit algısının, o boşaltılan kamusal alanı doldurmaya yönelmiş her tür oluşumu da kapsayacağı bir sır değildi, bugün her zamankinden daha aşikâr: Hakiki bir politik gücün kamusal varoluşta yattığını, oradan çekilen güç bizden de erken kavradı. Öyleyse şu bağlantıyı da kuralım; kamu'dan geri çekilen mekanizma kamunun bilfiil inşası anlamına gelen dayanışmacı pratikler kadar anonim, evrensel -yani aslında sınıfsız- bir ortaklık olma tahayyülünü de engellemek zorunda. Neoliberal Leviathan'ın kader planında da bu var. Ne zaman gerçek bir halk gibi hareket etsek, en ufak ölçeklerdeki örneklerde dahi, karşımızda birlikte eyleyemeyeceğimizi vaaz eden ürkütücü hikâyeleri bulmamız tesadüf değil. Kof millicilik kadar dinsel cemaat ve tarikatlar da aktif bir kamunun oluşumunun ezelden beri alternatifleri olageldi ve daima faşizan grupları kendine yedekledi. Belki şunun altını çizmeden geçmemek gerek: Bu bağlamda Türkiye'nin şu zamana kadarki performansı, neoliberalizmden bir sapma olarak değil, parlak bir modeli olarak anılmayı daha çok hak etti. Politik refleksleri daha güçlü olan halklar direngenliklerini kaybederlerse başlarına ne geleceğini artık bize bakıp öngörebilirler yazık ki.

Vaziyet bu iken ve akıl almaz koordinasyonsuzlukla, havaalanında kurtarma ekibi bekletmekle, TV müsamereleriyle, battaniye üreticisinin havalimanı onaran şirketin reklamını yapmakla, depremzedeye çubuk kraker götüren parti teşkilatının kendisini devlet ilan etmesiyle, kurumları oğullarla yeğenlerle doldurmakla, yurtdışından gelen çadırlara logo basmakla zedelenmeyen yücelik, enkaz başındaki yurttaşın feryadıyla lekelenecek, öyle mi? Halkın kendisinden başka kimsesinin olmadığını görüp duyurmaktan suç üretilecek, öyle mi? Buna ikna olmamızı mı bekliyorlar? Aslında bizden bir şey bekledikleri yok, fakat bugün bu soruyu gayrimeşru ilan etmeye güçleri de yok. Nedeni basit: Nerede olduğu sorulan, halkın birikmiş ve kurumlarda organize edilmiş gücüdür; yani soru, devletin kamusuna ne olduğudur. Dünyanın en meşru sorusudur. Hesabı verilmesi gereken de öncelikle budur. Neoliberal Leviathan suretindeki yürütme erkini ise kimsenin sorduğu yok, zira o burada elbette: Sınıfsal karakteriyle, dinsel ve milli referanslarıyla, güç gösterisiyle, korkusuyla-tehdidiyle, mitleştirme girişimleriyle tam karşımızda ve o eski alet edevat çantasını karıştırıp işe yarar bir şeyler aramakla meşgul. Öyle ki mevzu, sırlara ve mucizelere kadar geldi.

Mevzu mucizelere geldi çünkü yapmadılar, yapamadılar ve yine olsa yine yapmayacaklar. Yapacakları tek şey “maliyet hesabı”. Payımıza düşecek tek şey, kurtarılmaya değmeyen hayatlara dönüşmek, yani topyekûn değersizleşme. Başımıza gelenin her şeye rağmen hâlâ dehşet verici olması belki de bu tabloda tek iyi şey. Fakat ne çıplak gerçekliğin her şeyi yoluna koyacağına güvenelim, ne de orada bir yerde hesap dâhisi egemenlerin olduğunu zannedelim. Oluşan dayanışmacı refleksin nasıl bir bocalamaya sebep olduğu açık; şimdi mevzu açık ki refleksi kalıcılaştırıp sağlamlaştırmak olmalı. Memleketin sağ siyaseti, adını hak eden bir kamuculuğun gerçek anlamda bir hayatta kalma meselesi olduğunu dosta düşmana ispatladı; sıra memleketin solunun ilkelerine duyduğu özgüvene yeniden bürünüp her ölçekte kamuculuğun alanını genişletmeye girişmesinde.