Bir bütün olarak bakıldığında, neoliberalizm ile demokrasi birlikteliği bugüne kadar dünya ölçeğinde zaten genelgeçer bir durum değildi. Şimdi bu denklemin birinci ayağında, neoliberal düzenleme rejiminde, büyük bir değişim ortaya çıkmayacaksa -ki bize göre yakın gelecekte çıkmayacaktır-, ikinci ayağında otokratizme yönelişlerin daha belirgin olacağı bir döneme girilmesi beklenebilir.

Neoliberalizm+demokrasi nereye kadar?

Oğuz Oyan

Kapitalizm ile demokrasi evliliği zaten her coğrafyada ve her tarihsel dönemde geçerli değildi. Faşizmin en barbar örnekleri kapitalist sistem altında yaşandı. Neoliberalizmi son 40 yılın egemen düzenleme rejimi olarak tanımlarsak, bu dönem içinde de gelişmiş ülkelerde Trump, Johnson iktidarlarını, çevre ülkelerinde Türkiye, Brezilya gibi çok sayıda ülkeyi demokrasi dışına şu veya bu ölçüde meyletmiş veya çıkmış örnekler olarak sıralayabiliriz.

Gerçi neoliberalizmin ilk uygulama laboratuvarı olarak seçilen Şili'de 1973'teki CIA destekli darbeyle getirilen faşist Pinochet marifetiyle "Şikago çocukları"nın "acı" ekonomik reçetesinin uygulanması 47 yılı bulmaktadır. Dıştan dayatmalı ve "manu militari" yoldan neoliberalizme geçiş öyküleri arasında Türkiye'nin 1980 serüveni özel bir yer tutar. Bu geçiş, askeri diktanın baskılarıyla siyasi ve ekonomik muhalefetin susturulmasıyla mümkün olabilmişti. Türkiye'de neoliberalizmin tarihi, aynı zamanda askeri (1980'ler) ve sivil (2000'ler) darbelerin tarihidir.

"Burjuva demokrasisi"nin otokrasiye meyleden melez biçimlerinin peydahlanması esasen koronavirüs öncesinde uç vermişti. AKP Türkiye'si örneğin, dinci bir otokrasinin inşasında yolun sonuna gelmişti bile. Peki, Covid-19 salgını, onun yol açtığı derin gelir ve talep şokları ve istihdam krizleri, ülkelerin bunlarla baş etme kapasitelerinin düşüklüğü, yukarıdaki denklemde yeni otoriter eksenlere kapı aralar mı?

NEOLİBERALİZM TARTIŞILIYOR AMA...

24 Mayıs tarihli BirGün Pazar'da "Neoliberal birikim tarzından sert bir kopuşa götürecek koşullar bize göre oluşmamıştır" görüşünü savunmuştuk. Bu görüşümüzün gerekçelerini burada tekrarlayacak değiliz. Ancak şu kadarını söyleyelim: Dünya ölçeğinde sistemin egemenleri olan sermaye ve siyasal/kurumsal uzantıları, neoliberal düzenleme rejiminin esasına (emek sömürüsünü düzenleyen üretim ve mülkiyet ilişkilerinin, sermaye-devlet ilişkilerinin yeni biçimlerine...) dokunmayan kimi değişikliklerle yetinmek isteyeceklerdir. Buna karşılık 1980 sonrasının iki içiçe düzenlemesi olan neoliberalizm ile üçüncü küreselleşme dalgasının paralel varoluşlarında değişiklikler olabileceğini; küreselleşme dalgasında neoliberalizmde olduğundan daha fazla kırılmalar yaşanabileceğini; tekelci sermayenin -ekonomik ve siyasi nedenlerle- menşe ülkelere kısmen dönüş yapabileceğini; üretim ve dağıtım zincirlerinde yenilenmelerin zorunlu hale gelebileceğini vb. hesaba katmalıyız. Öne çıkan ve gerileyen sektörlerden belki de daha önemlisi, katlanan işsizliğin ve sosyal üretim ilişkilerinde ortaya çıkacak yeni biçimlerin, neoliberalizmi değiştirmek bir yana, sömürü oranlarını (evden iş görme sistemlerinde daha düşük maliyetler ve daha uzun çalışma süreleri üzerinden) artırmak sonucunu verebilecek olmasıdır.

Bunun karşı ağırlığının oluşturulması için dünya çapında "neoliberal sisteme" doğrudan veya dolaylı eleştiriler ve yerine çevreyi ve insanı daha uyumlu bir bütün içinde tasarlamayı öneren yeni çözüm arayışları yok değildir. Uluslararası düzlemde binlerce aydının imzaladığı "Covid-19 Manifestosu" bunun örneklerinden biridir ve muhtemelen sonuncusu da olmayacaktır (Bkz. 26 Mayıs ve 2 Haziran 2020 tarihli yazılarımız). Ancak bu arayışın/eleştirel yaklaşımın ne ölçüde taban hareketlerine indiği/ineceği, ne ölçüde sistemin kalbine yani doğrudan kapitalist üretim tarzına yöneleceği, ne ölçüde parçalı taleplerden (sağlık sisteminin kamulaştırılması, çevreci bir planlamanın yapılması, emeğin demokratik haklarının/üretim sürecine katılımının geliştirilmesi vb.) bütüncül programlar etrafında örgütlenmeye dönüşeceği, daha açık söylenirse sosyalist ütopyayı ulaşılabilir bir hedef olarak yeniden sahiplenmeyi gündemine alıp alamayacağı kritik önem taşıyor.

Şu an için görünen manzara şöyle: Gelişmiş ülkeler dünyasına bakıldığında, bir yanda makaleler ve imzalı çağrılar/bildiriler üzerinden neoliberal düzenleme rejimini sistem-içi çözümlerle düzeltme, bölüşüme dönük yeni düzeneklerle insanileştirme çabaları var; öbür yanda, Trump gibi neo-faşist yönelimler gösteren iktidarlara karşı güçlü halk tepkileri var. Bu kitlesel tepkilerin aydınların kaygılarını tam olarak yansıttığı söylenemez belki ama özünde sistemdeki eşitsizliklere/adaletsizliklere/hukuksuzluğa karşı bir tepki patlamasını temsil ediyor. Bu patlamaların alternatif bir sol siyasi kanala akıtılmadığı durumlarda Fransa'daki "sarı yelekliler" eylemlerindeki gibi sonuçsuz enerji boşalmalarından ibaret kalması beklenebilir.

HALK TEPKİLERİNİ KİM TAŞIYACAK?

Ne dünyada ne de Türkiye'de halk tepkilerini bütüncül bir anti-neoliberal program çerçevesinde iktidara taşıyabilecek kitlesel bir siyasi hareket bulunmaktadır. Merkez-sol veya sosyal demokrat hareketler neoliberal programın yürütücülüğü veya savunuculuğu çizgisinden çıkamamışlardır. Esasen sisteme fazlaca angaje olduklarından dolayı Avrupa'da bu tür hareketler ya çökmüş ya da şiddetli bir gerilemeye konu olmuştur. Ayakta durmaya çalışanların da alternatif üretme takati ve ideolojik konumlanması yoktur. İngiltere'de Corbyn'in, ABD'de Sanders'ın temsil ettiği çıkışlar bile, eğer gerçekleşebilseydi, bütüncül değil parçalı bir düzeltme programına girişebileceklerdi. Ancak sermayenin/sistemin direnci ve bunun da etkisini alan kendi parti-içi muhalefetlerinin de fren etkileriyle, büyük olasılıkla bu parçalı programı da tam uygulayamayacaklardı. Ama gene de keşke bu deneyimler yaşanabilseydi; çünkü uyandırılan veya iyice açığa çıkmak zorunda kalacak olan sınıf mücadeleleri bazen onları uyandıran siyasi hareketlerin ufkunu çok aşan mecralara akabilecektir. En azından ücretli emek açısından paha biçilmez bir mücadele deneyimi ve kendine güvenme pratiği ortaya çıkabilecekti. Böyle aykırı deneyimlerin yaşanmaması için sermayenin, sağ siyasetlerin, medyanın ve kendi partilerindeki sistem bekçilerinin canhıraş bir ön-blokaj içine girmelerinin anlamı da buradadır.

Sonuç olarak bir bütün olarak bakıldığında, neoliberalizm ile demokrasi birlikteliği bugüne kadar dünya ölçeğinde zaten genelgeçer bir durum değildi. Şimdi bu denklemin birinci ayağında, neoliberal düzenleme rejiminde, büyük bir değişim ortaya çıkmayacaksa -ki bize göre yakın gelecekte çıkmayacaktır-, ikinci ayağında otokratizme yönelişlerin daha belirgin olacağı bir döneme girilmesi beklenebilir. Başka deyişle, neoliberal düzenleme rejiminin sürdürülmesi için artık rıza mekanizmalarının işleyişinde sorunlar varsa, baskıcı rejimlerin ve yöntemlerin devreye girmesi daha zorunlu hale gelebilir.

neoliberalizm-demokrasi-nereye-kadar-740813-1.
Gecikmiş tavır koyma ve cepheden mücadeleyi göze alamama CHP'nin temel sorunudur: 15 Temmuz darbe girişimi iktidarın fiili koalisyon ortağından gelmiş, ama CHP bu suçüstü durumunu iktidarı suçlama zeminine çevirememiş hatta 7 Ağustos tarihli Yenikapı mitingine katılarak iktidarı temize çıkarmıştır. Sonradan, 20 Temmuz'da bir "sivil darbe" yapıldığının söylenmesi, gecikmiş ve etkisizdir.

Ancak burada bir ayırım yapılmalıdır. Demokratik toplumsal tepkilerin örgütlenmesi ve iktidar ve üst yönetici elitlerin buna duyarlılığı bakımından farklı dengelere ve deneyimlere sahip bulunan gelişmiş ülkelerin bir bölümünde, neoliberal rejimin özüne dokunmayan bazı düzeltmelerle (sağlık gibi kamusal hizmet alanlarında görece kamucu anlayışlara dönüş, demokratik katılımcılıkta yenilikler, çevreci kaygıları gidermeye dönük adımlar vb.) yola devam edilmesi olanakları yaratılabilir. Bu ülkelerde devlet şiddetinin bir düzenleme aracı olarak kullanılmasının önünde kısmen tarihsel ve toplumsal engeller vardır. Gene de bu engellerin milliyetçi/yabancı düşmanı sağ politikalar üzerinden aşılamaz olmadığı söylenebilir; sağ-popülist/faşist siyasi hareketlerin yükselişi üzerinden örnekleri görülmektedir. Bununla birlikte, sistemli bir otokratik rejimin me��ruiyet zemininin üretilebilmesi ve kalıcılaştırılması hem kolay değildir hem de ülkelere göre değişen farklı mecralara yönelebilir.

Çevre ülkelerinde ise, rıza üretimine yönelik ekonomik olanaklar daha kısıtlıdır ama din ve milliyetçi hamasetler ile lider/devlet otoritesine biat düzeneği daha kullanışlıdır. Bu coğrafyalarda, emperyalizmin "istikrarsızlaştırma" veya kendi lehine "iktidar değişikliklerini" zorlama projelerini de içeren bir çerçevede, otokratizmin çeşitli biçimlerine doğru daha keskin yönelişler vardır. Türkiye, bu yönelişinin 2002'den başlayan uzun bir tarihi geçmişe sahip olması bakımından Brezilya gibi yakın zamana kadar sol iktidarlarca yönetilen benzeri ülkelerden olumsuz anlamda ayrışmaktadır.

TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR?

Türkiye'deki dinci otokratizm, seçmen tabanı daraldıkça, ekonomiyi kontrol etme kapasitesi geriledikçe, siyaseti fiili sivil darbeler üzerinden yönetme eğilimi pekişmektedir. Pandemik kriz buna neleri ilave etmiştir?

Ekonomi ve istihdamdaki derin çöküntünün giderilmesi için ülkeler büyüklüğü ve niteliği değişen farklı telafi mekanizmalarını devreye sokmuşlardır. Ancak hiçbir telafi mekanizması, böylesine alışılmadık ve duvara toslarcasına gelen ani bir ekonomik krizin sonuçlarını ortadan kaldırmaya muktedir değildir.

Türkiye dahil birçok gelişmekte olan ülke, geniş halk kitleleri açısından yeterli telafi mekanizmalarını devreye sokamamıştır. Geniş kitlelerin tecrit veya işsizlik koşullarına itilmesi çok güçlü gelir aşınmalarına neden olmuş, ancak Türkiye'de 260 milyar TL'ye çıktığı iddia edilen destek paketinin sadece 11,5 milyar TL'si (yani sadece yüzde 4,4'ü) geçici veya sürekli iş kaybına uğrayan emekçilere ve yoksullara aktarılmıştır. İşsizlik Sigortası Fonları bu dönemde bile işsizden ziyade sermaye lehine kullandırılmış, 132 milyar TL düzeyindeki Fon bakiyesinin işini kaybedenler lehine kullandırılması konusunda TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ gibi iktidar güdümündeki işçi sendikaları konfederasyonlarından hiçbir ciddi baskı gelmemiştir.

İşsizlik oranındaki (Yeldan-Voyvoda araştırmasına göre yüzde 33'ü aşması beklenen) büyük patlamaya rağmen, iktidar hâlâ durumu idare etmeye, emeğe herhangi bir gelir desteği vermeyi gündemine almamaya, ekonomik küçülmeyi sınırlandırmak için kamu bankaları üzerinden şirketlere ve şimdi de tüketicilere bol kepçe krediler vermek dışında sorunları görmemeye ve muhalefetin eleştirilerini görünmez/etkisiz kılmak için pandemiyle mücadele "başarısını" öne çıkarmaya (aslında iktidarın pandemiden daha iyi yönettiği şey, kamuoyu algısı olmuştur) ve muhalefete karşı yıkıcı siyasi manevralarına hız vermeye yönelmektedir.

Bu siyasi manevraların son perdesi, bir CHP ve iki HDP milletvekilinin, milletvekilliklerinin usülsüz bir biçimde düşürülmesidir. İktidarın baskıcı politikalarının merkezinde anamuhalefet partisi vardır ve muhtemelen hazırlanan yeni provokasyonların da hedefindedir.

"BİŞEY YAPMALI"

İktidarın her türlü hukuk ve siyaset normunu çiğneyerek pervasızca uyguladığı baskılamalara karşı anamuhalefetin çaresiz açıklamalardan öteye gidememesi, toplumdaki kaygı ve tepkileri, "Bişey yapmalı" seslerini yükseltmektedir. Bu çerçevede, kısmi seçimleri zorlamak için CHP ve HDP milletvekillerinin topluca istifası gibi "akla ziyan" önerilerden (çünkü boşalan milletvekilleri için yarışmak bütün partilere açıktır ve istifa edenlerin yarısını bile geri kazanabilmek zordur), TBMM'yi ve belediyeleri geri dönüşsüz bir biçimde boşaltmayı öneren "radikal" tepkilere kadar herşey revaçtadır. (Bu ikinci önerinin zaaflarını sayalım: 1- Tüm seçilmişleri "harakiriyle" yerini boşaltmaya ikna edemezsiniz; 2- Elinizdeki muhalefet araçlarından mahrum kalırsınız; 3- Seçmeninizin büyük bölümüne anlatamaz ve iktidarın da pompalamasıyla milli iradeye saygısız görev kaçkınlarına dönüştürülürsünüz; 4- İktidara seçimleri ertelemek/uzun süre yapmamak kozunu ve rejimini konsolide etme fırsatını verirsiniz; 5- Siyaset boşluk kaldırmayacağı için CHP yerine alternatif partiler kurulmasını ve CHP'nin tarihe karışmasını engelleyemezsiniz).

Kuşkusuz Meclis'i ve belediyeleri boşaltmanın koşulları hiç oluşamaz değildir, ama bugün o noktada değiliz. Anamuhalefetin yapması gereken muhalefet biçimleri de tükenmiş değildir. Ama bunlarda önemli zaaflar vardır. İçerik bir yana, gecikmiş tavır koyma ve cepheden mücadeleyi göze alamama CHP'nin temel sorunudur: 15 Temmuz darbe girişimi iktidarın fiili koalisyon ortağından gelmiş, ama CHP bu suçüstü durumunu iktidarı suçlama zeminine çevirememiş hatta 7 Ağustos tarihli Yenikapı mitingine katılarak iktidarı temize çıkarmıştır. Sonradan, 20 Temmuz'da bir "sivil darbe" yapıldığının söylenmesi, gecikmiş ve etkisizdir. Benzer bir örnek de, Nisan 2017'deki Anayasa referandumunun mühürsüz oylarla kaçırılmasını CHP'nin bir yıl sonra geçersiz saydığını ilan etmesidir. "Taş yerinde ağırdır" özdeyişi böyle durumlar içindir.

Meclis'te iktidarın yasama darbelerine/zorbalıklarına rağmen, CHP grubu AKP grubuyla görüşme ve uzlaşma arayışlarını hiç terketmemiştir. Şimdi üç milletvekilliğinin düşürüldüğü dönemde bile, AKP'yi Meclis faaliyetlerinde uzlaşmacı bir çizgiye davet edebilmekte; Erdoğan'ın siyaseti gererek, Meclis'i hiçe sayarak yanlış yaptığını söyleyebilmekte; rejim kuran dinci bir partinin stratejik adımlarını fark etmemekte veya sert bir muhalefet zeminini göze alamamaktadır.

SONUÇ

Meclis içi muhalefet artık hem Meclis'te hem de Meclis dışında çok daha bilinçli ve aktif siyaset yapmalıdır. Bu siyaseti AKP'yi en çok rahatsız edecek şekilde sınıf temeline dayandırmalıdır. Bunun için elindeki yerel yönetimleri tüm engellemelere rağmen en etkin biçimde kullanmayı sürdürmelidir. Her türlü görevden almaya karşı da en sert tepkileri örgütlemelidir. AKP'nin adli/polisiye şiddet uygulamalarına ve medya operasyonlarına karşı kararlı duruşlar sergilemelidir. Bütün mesele, iktidardan ve onun provokasyonlarından çekinerek eylemsizliğe mahkûm olmak yerine, bundan böyle iktidara karşı tam cepheden meydan okumayı başarabilmektir.