“Herşeyin ters gittiği bir dünyada neden özneler gerekli tepkiyi vermiyorlar?” Halkın Çözülüşü’nde Brown buna kapsamlı ve doyurucu bir yanıt veriyor. ‘Neoliberalizmin sinsi devrimi’nin içeriğini aydınlatıyor

Neoliberalizm homo economicus ve demokrasi

ATA DEVRİM

Xenophon ile birlikte etik ve iktisat arasında merkezlerine kabul ettikleri özneler bağlamında koyu bir ayrım çizgisi olduğu kabul edilmişti. Xenophon’un ahlâki kurallara göre eylemde bulunan öznesi, elindeki fazlalıkları dostlarıyla paylaşırken, homo economicus ise bu fazlalıklardan ticarî girişimlerinde faydalanıyordu. Hobbes’un zamanında ise sanayileştirilmiş devlet modellerinden söz edilmeye başlandı. Hobbes, devleti bile rasyonel karar-verme süreçlerinin bir ürünü olarak görüyordu. İktisat metodolojisine ilişkin argümanlarında liberaller ve erken dönem neoliberaller, homo economicus’un bir soyutlama olduğunu, son derece karmaşık olan somut insanın yalnızca bir yüzü olduğunu kabul ettiklerini bildirmişlerdi. Ne var ki bu sınırlılık konusunda verdikleri sözü tutmadılar. 30’lu yıllarda sosyolojiye göre iktisadın kapsamının dar olduğunu ileri süren Avusturyalı iktisatçı Ludwig von Mises, 40’lı yıllarda iktisat alanında geliştirilen yöntemlerin sosyolojide devrime yol açtığını iddia etti.

Burjuva iktisadının diğer sosyal bilim alanlarını istila edişine 1933 yılında Alfred Marshall’ın öğrencisi Ralph William Souter tarafından bir isim bile bulunmuştu: İktisadî emperyalizm. Buna başlangıçta karşı çıkan sosyolog Talcott Parsons bile 50’li yıllarda geliştirdiği teorilerde iktisadı merkez kabul eden ‘analoji’lere başvurmaktan çekinmedi. İstila yalnızca teorik alanla sınırlı kalmadı ve Wendy Brown’ın Halkın Çözülüşü kitabında gösterdiği gibi pratikte de kendisini gösterdi. Bu bağlamda ilk olarak Richard Cantillon ve William Petty’nin metinlerinde can bulan ‘insan sermayesi’ kavramı önem kazanır. (Kavram, özellikle John Stuart Mill, Alfred Marshall, Milton Friedman ve Gary Becker tarafından geliştirilmiştir. Jean-Baptiste Say, Brown’ın sandığı kadar masum değildir; o, bu kavrama fiziksel-olmayan ürünlerin üretildikleri anda tüketildiklerini, dolayısıyla geriye bir tortu kalmadığı için karşı çıkar.) Brown’ın belirttiği gibi Foucault’ya göre özneler, neoliberalist dünyada kendilerini bir yatırım olarak görme eğilimine kapılmışlardır. Ne var ki olgu bununla sınırlı değildir. Brown, her şeyin ‘ekonomikleşmesi’ ile parasallaşmadan ötesine işaret eder. Milton Friedman’ın para talebi modelinde olduğu gibi insan sermayesinin parasallaşması değildir Brown’ı ilgilendiren, insanın, yaşamının her alanında homo economicus olarak eylemde bulunmasıdır.

Homo economicus, en büyük rakibi homo politicus’u da yenilgiye uğratmıştır üstelik. Kamu Tercihi Ekolü’nün temsilcilerinden ve Anayasal İktisat’ın kurucularından James McGill Buchanan, homo politicus’u öncelikle bir başarısızlık örneği olarak görür; ona göre piyasada başarısız olan özneler çıkarlarını politika alanında kollama yolunu seçmişlerdir. Sonrasında Buchanan, politika alanının da yine iktisadî alandan farklı olmadığını iddia eder. Politika, onun geliştirdiği modellerde kamu hizmeti talebinden başka bir şey değildir. Brown’ın belirttiği gibi demokratik eylemler, ekonomik olgulara indirgenmektedir. Böylece homo politicus’un yıkımı gerçekleşmiş ve geriye yalnızca homo economicus kalmıştır.

Brown’a göre insanın bir sermaye biçimi olarak yapılandırılması, onun artık kendisinden sorumlu olduğu, sosyal güvenlik harcamalarıyla desteklenmeyeceği, her sermaye gibi işlevini yitirmesi sonucu ‘oyun’dan tamamen çekilmek zorunda kalacağı anlamına gelir. Dahası her şeye egemen olan iktisadın içeriği de değişmiştir. Adam Smith’ten Max Weber’e ‘barışçı’ bir değişim ilişkisi olarak görülen iktisadî etkinlik, neoliberalizmde rekabetle özdeştir. Rekabet, eşitsizliği beraberinde getirir. Dolayısıyla demokrasinin en temel ilkelerinden biri olan eşitlik düşüncesi tarihe karışmıştır. Buna ek olarak; Say, Menger ve Jevons’ın teorik evrenlerinde kapı dışarı ettikleri ‘emek’ kavramı, her şeyin sermaye olarak görülmesi sonucu sınıf bilinci ile birlikte pratikte de gözlerden uzaklaştırılmıştır. Bir diğer değişim ise liberalizmde kendi çıkarları peşinde koşan homo economicusun yerini neoliberalizmde ‘sağ kalmak’ için firmaların ya da artık bir firma gibi hareket eden devletin büyüme amaçları için kendisini feda eden homo economicusun almasıdır. Artık Rousseau’nun öne sürdüğü anlamda kendi kendisine yasalar koyarak özgürlüğe erişen, kendi kendisini yöneten ve ‘başkalarıyla birlikte’ yöneten özne yoktur.

Neoliberalizm, devletin yeniden-inşasıyla yoğun olarak ilgilenir. Foucault’nun öngördüğü gibi neoliberalizm, liberalizmden devletin konumu konusunda ayrılır. Keynes’ten sonra onun sözde muhalifleri, liberalizmde olduğu gibi devletin rolünü olabildiğince küçültmek yerine devletin ekonomi politikalarıyla piyasaya destek olması gerektiğini savunmuşlardır. Dahası devlet, politikaları ile piyasanın işleyişini bozmamalıdır. Rasyonel Beklentiler teorisyenlerine göre devlet, hasılayı artırmak için beklenmeyen parasal genişlemeye başvurduğunda hasıla ancak kısa bir süre artacak, ekonomik birimlerin politikayı zamanla kavramaları sonucunda hasıla eski düzeyine dönecektir. Dolayısıyla para arzındaki artış, hasılada hiçbir değişikliğe neden olmamakla birlikte istenmeyen fiyat artışına yol açacaktır. Anayasal iktisatçılar ise daha da ileri giderek para arzı artış oranı da dahil olmak üzere bütün ekonomi politikaların bir ekonomik anayasada önceden belirlenmesini talep ederler. Amaç kuşkusuz tamamen ideolojiktir; anayasada kamu harcamalarının düzeyinin önceden belirlenmesi, iktidara egemen görüşe karşıt bir konumda politika yapmayı amaçlayan partilerin gelmesi durumunda bile, eğer yeterli anayasal çoğunluğu elde edemezlerse, sosyal refah devletini canlandırmaları önünde önemli bir engelin olacağı anlamına gelir.

Neoliberallerin bu gibi girişimleri ve pratikte gözlemlenenler, devletin firmalaşması, diğer bir deyişle pasif bir konuma itilmesinin söz konusu olduğunu göstermektedir. Brown, bu kitapta neoliberallerle birebir yüzleşmemiş olsa da ‘yönetim’ kavramının yerini alan ‘yönetişim’ kavramının ideolojik içeriğini net olarak açıklar. Artık söz konusu olan devletin merkeziliğini yitirmesi, ‘devletin içinin boşaltılması’ ve ‘yönetimsiz yönetme’ eğilimidir. Firma yönetimi ile devlet yönetimi arasındaki ayrım çizgisi ortadan kaldırılmıştır.

Günümüzde kendi kendimize sık sık sorduğumuz bir soru söz konusu: “Herşeyin ters gittiği bir dünyada neden özneler gerekli tepkiyi vermiyorlar?” Halkın Çözülüşü’nde Brown buna kapsamlı ve doyurucu bir yanıt veriyor. ‘Neoliberalizmin sinsi devrimi’nin içeriğini aydınlatıyor ve böylelikle okura mücadeleye konu olması gereken alanları gösteriyor.