Sosyal demokrasiyi tartışmak için, ekonomik liberalizm ile siyasal demokrasi arasında ilkesel çelişkiyi dikkate alarak başlamak doğru olur

İki haftadır, Deniz Yıldırım’ın, çıkış noktasını CHP’nin ekonomiden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Selin Sayek Böke’nin yazılarından alan tartışmalarını izliyoruz. Yıldırım, Böke’nin yazdıklarından yola çıkarak,  kurallara uygun, daha dengeli ve kendi deyişiyle “güler yüzlü neoliberalizmle”, ne toplumsal sorunlara çare bulunabileceğini, ne de demokratikleşme sağlanabileceğini ileri sürmekte. Ben de benzer görüşteyim; ancak bu tartışmayı, bir yandan CHP’nin ekonomi programı, öte yandan “sosyal demokrat düşünce”  üzerinden yapmakta daha yarar görüyorum.

Bir sosyal demokrasi güzellemesi yapmaya niyetim yok; ancak, “sosyal demokrasi”nin bu ülkede merkez bir parti iken ortanın solunu seçen CHP ile başlamasının, sosyal demokrasinin ideolojik-siyasal olarak ne demeye geldiğinin anlaşılmasını engellediğini düşünmemek mümkün değil. Bu nedenle, CHP ve sosyal demokratlık iddiası üzerine bir tartışma yapabilmek için, sosyal demokrasinin ideolojik-siyasal duruşunun kurcalanmasına ihtiyaç var. Ondan sonra da, sosyal demokrasinin küresel kapitalizm karşısında bugünkü konumunu tartışmak gerekiyor ki, asıl sorun da orada!  

Sosyal demokrasiyi tartışmak için, ekonomik liberalizm ile siyasal demokrasi arasında ilkesel çelişkiyi dikkate alarak başlamak doğru olur. Çünkü, sosyal demokrasinin ortaya çıkışında bu çelişkinin az çok giderilmesi yönünde bir ideolojik-siyasal duruş var ki, irdelemek önem taşıyor.

Hatırlatmak gerekirse;  a) kapitalizm ve ekonomik liberalizm ile demokrasi mantık açısından çelişkilidir; kabaca söylersek, liberalizm eşitsizliğe dayanır; demokrasi eşitlik vaat eder. b) Bu nedenle, bugün pek revaçta olan görüşün aksine,  kapitalizmin ve liberalizmin demokrasiyle uzlaşmasının kendiliğinden ve doğal olmadığını unutmamak gerekir. Örneğin, işçi sınıfından kadınlara kadar burjuvazi dışında kalan kesimlerin siyasal haklara sahip olmaları için ayrı mücadeleler vermeleri gerektiği gibi gerçekler unutulamaz. Ayrıca, bu mücadelenin bugün de devam ettiği ve siyasal eşitlik sağlansa bile, sosyo-ekonomik eşitsizliklerin büyük olduğu toplumlarda siyasal eşitliğin “kâğıtta” kaldığı görmezlikten gelinemez. c) Sonuç olarak, kapitalizm ve ekonomik liberalizm ile demokrasi arasında uzlaşma sağlanması için, bir yanda emek-sermaye çatışmasını siyasete tahvil ederek siyasal demokrasiyi, öte yanda sosyal devlet ve sosyo-ekonomik haklar aracılığıyla sosyal eşitliği güçlendirmek gerekmiştir ki, sosyal demokrasinin ortaya çıkışı ve varlık koşullarını da burada aramak doğru olur. Zaman içinde sosyal demokrasinin dayanağı emekçi kesimlerle birlikte toplumun orta ve alt-orta sınıflarına doğru uzanmış olabilir; ancak, geniş anlamda emekten yana olan ideolojisi ile kapitalizmle uzlaşmasının bu koşullara bağlı olarak gerçekleştiği bir yana bırakılamaz.

Sosyal demokrasi nerede batağa saplanıyor?
O nedenle, sosyal demokrasinin, ideolojik anlamda kapitalizm ve liberalizmle bir “uzlaşmayı” temsil ettiği yadsınamasa da, sosyalist düşünceden evrilmiş bir ideolojiyi, emekten ve toplumun zayıf kesimlerden yana bir siyaseti temsil ettiği de unutulamaz.  Yine bu nedenle, liberalizm ve sosyalizmi bir araya getiren melez bir uzlaşma olarak, başından bu yana kapitalizmi kabul ettiği kadar, kapitalizmle bir “derdi” olduğu görmezlikten gelinemez ki, bugün görmezlikten gelinirken, kendisine dert açan budur!  Bu uzlaşmanın hangi koşullarda gerçekleştiğini anımsatmak istersek, bir yandan emeğin siyasallaşmasını önemsendiğini, öte yandan sosyalizmden aldığı eşitlik ve dayanışma gibi değerler ile sosyo-ekonomik hakların vazgeçilmezliğini söyleyebiliriz. Liberalizmden sosyalizme uzanan bu eksen üstünde, uygulamada, sosyalizme olduğu kadar liberalizme yakınlaşanlar olduğu da görülebilir; örneğin, bir dönem İsveç’te olduğu gibi, siyasal ve sosyal demokrasiden sonra “ekonomik demokrasi” tartışmaları da yapılabilir, İngiltere’deki “üçüncü yol” örneğinde olduğu gibi Thatcher politikaları da izlenebilir. Ülkelere göre farklılaşan bu uygulamalar, kuşkusuz, sosyal demokrasiyi değerlendirirken hem zamanın hem ülke gerçeğinin dikkate alınması gerektiğini gösteriyor. Ancak farklı uygulamalar, nerede sosyal demokrasinin ideolojik-siyasal olarak farklılaştığını, nerede bir batağa saplandığını da gösteriyor.

Bugün karşımıza çıkan sosyo-ekonomik gerçekler ise, genel olarak, sosyal demokrasi için neoliberalizm batağında boğulmak gibi bir tehlikeye işaret ediyor dersek, abartılı bulunabilir ama yalan olmaz! Bir başka deyişle, bugün, sosyal demokrasinin kapitalizmle “uzlaşmasını” gözden geçirme zamanıdır da diyebiliriz.
Neden derseniz, en başta, kapitalizm ile piyasa ekonomisini neredeyse demokratikleşme ile “eş tutan” yaklaşımlara karşın, yaygın kitleler için demokrasinin elden avuçtan kaydığını görmek gerekiyor.  Kısacası, demokrasiden duyulan hayal kırıklıkları, yalnız siyasal-süreçsel araç ve mekanizmaların yetersizliğiyle ilgili değildir; daha önemlisi, demokrasinin işlevi/sonuçları açısından duyulan kaygılar büyüktür. Görünüşte siyasal yasaklar kalkmıştır -demokratikleşmenin en önemli iddiası!- ancak sınıf çatışmasını yok sayan, sınıf siyasetini gündemden kaldıran öyle küresel ekonomik-sosyal-kültürel gerçekler yürürlüktedir ki, siyaset yapılanmasında merkez ve sağ partilerden başkasına yer kalmamıştır denilebilir! Hemen her yerde sokaklara, kitlesel isyanlara dökülen siyaset de bunu göstermiyor mu?

Öte yandan, ekonomi vatandaşı ilgilendirir ama vatandaş ekonomiye siyaseten karışamaz; çünkü, ekonomi politikaları siyasetin değil, piyasanın işidir! Sistem ve sermaye büyümek ve güçlenmek için devleti ve siyaseti kendi yararına kullanır, bu politika olmaz; ama, ekonominin vatandaşın ve toplumun yararına kullanılmasını istemek politika olur ki, maazallah, ekonominin-piyasanın dengesi tepe taklak olur! Bu tuhaflıklar ise, kapitalist sistemin, yalnız ekonomik değil siyasal-sosyal-kültürel egemenliği altında şaşılacak bir şey olmaktan çıkar! Günümüzün neoliberal politikaların dayanağı da buradadır; o nedenle, asıl konuşulması gerekenler de, sonuçlar/politikalar değil, nedenlerdir! Siyasal ekonomiyi esas alması gereken sosyal demokrasi ise, bunu unutmuş görünmektedir.
Emekçi kesimlerin yaşam ve çalışma koşullarının ise, her geçen gün bozulduğu ortada. İşsizlik, her ülkede önlenemeyen bir sorundur; iş bulanların çoğu, çalışan yoksullar sınıfına girmişlerdir; sistem, giderek beyaz yakalıları bile proleterleştirmekte, buna karşın, sendikal haklar hemen her yerde gerilemektedir; lafa gelince, taşeron ya da kayıt-dışı istihdam kötüdür, uluslararası emek göçü de istenmez; gerçekte ise, en büyük şirketler bile içte ve dışarda taşeron kullanırlar; kaçak işçi kullanmaya ise “zorunluluktan” göz yumulur; ne de olsa rekabet etmeleri gerekmektedir!

Bu zavallılıklarla baş etmesi gereken sosyal devlet ise, lafta kalmış; sosyo-ekonomik haklar çoktan “hak” olmaktan çıkarılmış; sosyal politikalar “yoksulluğu “yönetme politikalarına dönüşmüştür. Yoksulluğu yaratan, ne sistem, ne ekonomi politikaları, ne de gelir bölüşümündeki adaletsizliktir! Yani sorunlar konuşulur ama bunlar konuşulurken, sistem ve günahları artık ne göze ne söyleme girer.

Bu koşullarda, “sosyal demokrasinin kapitalizmle, liberalizmle gerçekleştirdiği uzlaşmanın, artık, ne ideolojik anlamda ne savunulan hedefler açısından kendisine bir yarar sağlamadığı nasıl görülmez” diye sormayalım mı? Gerçi, Batı Avrupa ülkelerinde, sosyal demokrasi iktidarda olmasa bile, sosyo-ekonomik hedef ve politikalar yıllar içinde oldukça yerleşmiş bulunduğundan, sosyal demokrasinin bir başarısı ve bu başarıya dayalı bir gücü olduğu düşünülebilir. Ancak küreselleşen kapitalizm ve neo-politikaların dayatmaları arttıkça, çareyi liberalizmle yakınlaşmakta buldukları ve güçlü oldukları ülkelerde bile siyaseten gerilediklerini görmemek mümkün mü? Örneğin sosyal demokrasi için “tam istihdam”ın hedef olmaktan çıkması öyle kolay geçiştirilecek bir konu değildir; çünkü bunun yerine koyacağı veya bunun eksikliğinin yaratacağı sorunları telafi edecek başka bir politikası yoktur!  Sosyal yardımlar, aile sigortaları işsizliğin getirdiği sorunları ve sonuçları karşılayamaz; hatta bazılarının entelektüel açıdan tartışmayı sevdikleri “vatandaşlık geliri” gibi uygulamaların bile, ancak isteyen herkese istihdam olanakları varsa, işsizlik isteğe bağlı ve geçici bir durum olarak kalıyorsa bir anlamı olabilir. Asgari gelir güvencesi ise, yoksulluğu katlanılır kılarak “yönetmekten” fazla bir anlamı taşımaz.

Sosyal demokrat düşünce ve kapitalizmle uzlaşı...
Dolayısıyla sosyal demokrat düşünce açısından, hem ideolojik-siyasal varlığı hem politikaları adına kapitalizmle uzlaşmanın koşullarını yeniden düşünmek/oluşturmak zamanı çoktan gelmiştir demek, yanlış olmaz. Batı Avrupa ülkelerinde görüldüğü gibi, ulusal sınırlar içinde kapitalizmden kopardıkları bazı tavizler bile tehdit altındaysa başka ne denilebileceğini de, kendi adıma düşünemiyorum. Öte yandan, bugünkü koşulların kapitalizmle uzlaşan emek açısından da benzer bir ihtiyacı ortaya çıkardığını söylemek de kaçınılmaz. Avrupa Birliği ortaya çıkan tehditleri, kuşkusuz ekonomik gücüne de dayanarak, bir yandan neoliberal politikalara uyum sağlayarak, öte yandan siyasal-sosyal modelini “Avrupalılaştırma” çabasına girerek savuşturmaya çalışıyor olabilir; ancak  özellikle ekonomik açıdan daha zayıf konumdaki ülkelerde savuşturma çabalarının işe yaradığını söylemek zor; en zoru yaşayanın emekçi kitleler olduğu da ortada. Birçok ülkede hem soldan hem sağdan yükselen protestolar da, bu hoşnutsuzlukların  göstergesi.

Bu durumda, Avrupa’nın siyasal-sosyal modelini nasıl yaşatacağı gibi bir sorun da var; ancak sosyal demokrat düşüncenin bu sorunlara ne gibi yanıtlar üreteceği ve emekçi kitlelerin nasıl bir politikadan yana duracakları daha merak konusu!  İzlediğim kadarıyla, hem sosyal demokrat partiler hem de sendikalar, ulaştıkları haklar ve yaşam koşullarını dikkate alarak,  çözümleri siyaset pratik içinde aramaktadırlar. Sosyalist Enternasyonal’in Dönem Başkanı Papandreou’nun İstanbul’da izlediğim konuşmasından da, bu sorunlara yanıt olabilecek bir işaret alamadığımı söylemeliyim. Ancak, genel geçer çözümlerin çare olamayacağı her gün daha ortaya çıkarken, tehdit altında olan emekçi kitlelerle, tehdit altında olan bir siyasal-ideolojik duruşun daha kökten çözümler üzerine düşünmesini gerektirmekte. Örneğin “güler yüzlü liberalizm” yerine, “güler yüzlü sosyalizm” üzerine düşünmek mümkün! Avrupa’da özgürlükçü sosyalizmin yükselmesi de, bunun bir işareti değil mi?