Aşırı sağın yükselişinin toplumsal nedenleri var. Bunların içinde insanlığın yaşadığı akıl tutulmasının esastan bir payı var. Dünya genelinde aydınlar büyük oranda toplumlar için artık geçmişteki kadar önemli değiller. Aydınların toplumun üzerindeki gölgesi yeterince daraldı. Hatta aydının topluma nüfuz edebilmesi için bir perde gibi medya araya giriyor. Hal böyle olunca, aydınlar zaten merkeze gelmek için geriliyor, hatta giderek merkeze gelmek için akıl tutulmasının çeşitli hallerini üstlenebiliyor.

Dünya genelinde, II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan eğilim içinde, sanat ve aydının işlevi ciddi olarak değişmeye başladı. Bu değişimin içinde ilk önce French Theory denilen Yapısalcılığın bir önceki evresinde, öznenin meşruiyetine, toplumun yeniden kurulabilirliğine, toplumsal yaşamın esastan değiştirilebilir olduğuna olan inanç sarsılmaya başladı. Hatta giderek toplumbilim geriledi, bunun yerine “bireybilim” benzeri bir söylem ortaya çıkmaya başladı. Geçmişin “komünist harekete bulaşan insanları geleceğin tuhaf filozoflarına” dönüştü. Bireyin böylesine ön plana çıkmasının sanata izdüşümü, giderek sanatın toplumu anlatan ve hatta toplumsal yaşamı eleştiren kimliği zayıflarken, artık yeni dönemde insanlar büyük oranda “ben ve türevleri’ni merkeze alarak konuşmaya başladılar. Bu anlamda felsefe ön plana çıkarken, toplumbilim geriledi.

Sizlere garip gelebilir, kolay anlaşılacak şeyler değil bunlar:

En kısa ve politik solun deyimiyle, Marx’ın 11. Tezi iki kısımdan oluşur, asıl olan ile felsefecilerin geçmişte yaptıkları şeye ilişkin tek bir cümlelik tezdir bu ünlü söz. 1945 sonrasında, işte bu asıl olan ile o zamandan önceki döneme kadar filozofların yaptıkları şey tersyüz olmaya başladı. Peki, niçin?

Bunun ideal anlatımı şudur: ‘İnsanlık için II. Dünya Savaşı daha önceki hiçbir savaşla karşılaştırılamayacak denli büyük bir travma oldu. Bu anlamda Türkiye’de sosyalist solun II. Dünya Savaşı’na girmeyen Türkiye’yi eleştirmesi ve hatta Türkiye’yi Nazilerle işbirliği yapmakla suçlaması tam bir budalalıktır. Cumhuriyete bakıldığında, aslında Türkiye I. Dünya Savaşı’ndan dersini çıkarmıştı. Cumhuriyet I. Dünya Savaşı’nın üzerine çok büyük ve hatta çok derin yıkımlar üzerine kuruldu. Yeni bir ülkeyi kurma sürecinde aktif, enerjik, verimli, akıllı, toplum için çalışmaya hazır o kadar çok sayıda nitelikli insanı şehit verdik ki… İşte bu nedenle Cumhuriyetin kurulma döneminde bu ülkenin yaşadığı zorlukları bugün hiç kaale almadan eleştiren liberallerin “Kemalizm eleştirisi”nden ben tiksiniyorum. Nasıl İbrahim Tatlıses Urfa’da Oxford vardı da biz mi okumadık diyorsa; Cumhuriyeti kuran kadroların koşulları, birikimi, halkın durumu ve ülkenin uluslar arası konjonktür içinde yapabilecekleri karşılaştırıldığında, “iktidarın ellerinde vardı da ellerindeki düşmana mı verdiler, kalanını kendileri mi yediler, har vurup harman mı savurdular da, Halktan varlığı mı esirgediler” diyesi geliyor. Bizim kuşaktan insanlar kırkından sonra Cumhuriyetin kurulduğu yıllardaki gerçek koşullara baktıkları zaman ne görüyorlar? Bugün insanın ruhunu ürperten, yokluk ve bilgisizlik içinde bağımsız ve muktedir bir ülke kurmaya çalışıyorlar. O nedenle, Birinci Dünya Savaşı’ndan dersini çıkarıp, II. Dünya Savaşı için “bu savaş bizim savaşımız değil” diyerek aktif biçimde savaşın dışında durmak için çırpınan ve hatta bunu başaran Türkiye’de iktidara çok şey borçluyuz:

En başta da, Bütün Batı Dünyasını derinden ve içten sarsan “insanlık travmasından” Türkiye’yi kurtardılar. Evet, gerçek budur: Türkiye’de o yıllarda hiçbir aydının aklından, zihninden “Auschwitz’ten sonra Sanat” diye makale yazmak geçmiyordu. Çünkü savaş döneminde bu ülke hiçbir zaman Avrupalıların o şaşalı sinemalarında anlattıkları haliyle, korkunç insanlık dramları yaşamaktan dolayı içine düştükleri TRAVMA’YI bu toplum yaşamadı. İşte bu nedenle, Türkiye 1980 yılına kadar aydın ve gençlik deli dolu, çoğu kere yaşamını da hiçe sayarak mücadeleye koştu. Oysa aynı dönemde, neredeyse hastalıklı denilebilecek birkaç aşırı küçük burjuva radikali dışında, Avrupa büyük oranda ideolojilerden kopuş yaşadı, ideolojilerin nasıl büyük yıkımlara doğru insanları götürdüğünü öğrendi.

Peki, sanatın durumu ne oldu?

Sanatın durumu ise öznenin tarihsel sahnede arka planda kalmasından sonra inanılmaz büyük bir gerileme yaşadı: Geçmişte topluma seslenen sanat, artık gittikçe varlık nedenini kaybederek küçük burjuvalaştı! Yani artık sanat yapmak için bizzat kendi bedenini incelemeye başladı, toplumsal ilişkiler ve ülkenin/milletin/insanlığın gidişatı arka plana sürüklendi. Dolayısıyla, tam da bu nedenle, Tarkovski “modern sanatın gidişatı yanlıştır” derken, anlatmak istediği tam anlamıyla açığa çıkıyor. Sanatın derdi bu kadar minör alanlara sığdırılamaz. Sanat böylesine küçük ve hatta kimi kere akıl-ahlak-izan kabul etmez alanlara doğru indirgenemez! Bütün bu minör, ayrıksı, tekil ve hatta şahsi şeylerle indirgenmiş sanat, kendi varlık nedeninden uzaklaşır ve hatta çoğu kere de yozlaşır!

Küçük meselelerin maharetli konuşmacısı olarak sanat: Dünya çapında varlık nedenini kaybetti, itibarını kaybetti ve böylelikle de varıp ulaşabileceği en “muktedir” haline erişti, “hızlı ve kolay ve albenili” tüketim nesnesi üretmek! Hatta Hollywood’un yaptığı haliyle doğrudan sponsorun “reklam yüzü” oldu. Türkiye’de uzaydan dünyanın telefonla aranması bunun ülkemize uygulanmasıdır.

Bu sürecin en önemli sonucu sanatın büyük oranda “reklam kültürünü” geriden izleyen ve giderek ana-çarpıcılığa-şoka-konfüzyona uğratmak için çeşitli teknik gelişmeleri uygulamaya çalışması oldu. Artık sanat mütefekkir insanın işi değil, tam aksine “reklamcının haşarı oğlu/kızının” maharetlerine dönüştü. Kutluğ Ataman ve benzerleri dünyanın pek çok yerinde karşımıza çıkıyor, tekil değiller ve aynı zamanda yerel değiller, bu tip insanlar ve onların türevleri olağandır, geneldir ve dünyanın değişik coğrafyalarında karşılıkları vardır.