Son dönemlerde Türkiye’nin mevcut halini anlamaya çalışanların önemli bir bölümü İkinci Dünya Savaşı öncesi Almanya’ya, İtalya’ya bakıyor; ben uzun dönem tarihçiliğine inanlardanım. O yüzden beni yakın tarih kesmiyor; mevcut Türkiye’ye bakınca aklıma Neolitik dönem geliyor. Uzun dönem tarihçiliğini abartmış olabilirim ama kendimce haklı nedenlerim var.
Birincisi Türkiye ekonomisini Neolitik dönemin tarım ekonomisine benzetiyorum. Neolitik dönemde tarım başladığında, müthiş teknolojilere sahip değillerdi; o yüzden toprağı ekiyor, belli bir ürünü alıp, sonra toprak verimsizleştiğinde orayı kendi kaderine bırakıyorlardı. Bizim inşaat merkezli ekonomimiz çok mu farklı? Toprağa buğday, arpa, yulaf yerine, rezidans, alışveriş merkezi, iş kuleleri saplıyor, hasat zamanı rant kaldırıyoruz. Toprağın içine edip, bir işe yaramaz hale getirince de, bir kenara bırakıp, Kuzeye yöneliyoruz. Ekonomi deyince başka bir numaramız var mı?

Dahası bölüşüm ve artığa el koyma biçimlerimiz de benziyor. Neolitik dönemin bu kısır ekonomisi, yerleşik hayatla birlikte giderek genişleyen nüfusu beslemekte yetersiz kaldı. Ekonominin verdiği açık açlığa dönüşmeye başladığında, insanlar ilk örgütlü savaşları keşfettiler; birbirlerinin mülküne, ürününe çökmeye başladılar. Bizim ekonominin de aynı yetersizliklerinden mustarip olduğunu ve açık büyüdükçe sağa sola çökme, el koyma işlerinin yoğunlaştığını görmüyor muyuz?

Neolitik dönem aynı zamanda doğaüstü güçlerin, dinin ve güçlü liderliğin ortaya çıkışına işaret eder. Krizler, savaşlar ve kıtlık karşısında geniş kitleler bu güçlerin koruyuculuğuna kendilerini teslim etmişlerdi. Aslında tarımsal üretimin nüfusu beslemede yetersiz kalmasında öne çıkmaya başlayan bu yönetici sınıfların ayak oyunlarının da dikkate değer bir etkisi vardı. Bizdeki durumun farklı olduğu söylenebilir mi? Yine o döneme benzer biçimde geleceği belirsizliklerle dolu, açlıkla burun buruna kitleler bir kez daha bir kurtarıcı olarak dine, doğaüstü güçlere ve kült lidere sarılıyorlar!

Kuşkusuz işaret ettiğim bu benzerlikleri yüzeysel ve abartılı bulabilirsiniz; öyle ya aradan binlerce yıl geçti; dünyada yaşanan uygarlaşma ve gelişme sürecinden biz de payımızı aldık.

Mesela diyebilirsiniz ki; Neolitik dönemde bizdeki gibi çok partili hayat ve bu hayatın geçtiği bir parlamento yoktu. İnsanlar istedikleri partiye oy verip, iktidarı istedikleri zaman değiştiremiyorlardı. O zamanlar kabilenin reisi hangi sonucu beğeniyorsa, kazanan oydu!

Mesela diyebilirsiniz ki; Neolitik dönemde yaşayanlar anlaşmazlık yaşadıklarında, modern mahkemeleri, bağımsız yargıçları, orada alınan kararları beğenmediklerinde gidebilecekleri Yargıtayları, Danıştayları, Anayasa Mahkemeleri yoktu; gitseler gitseler kabilenin reisine, din büyüğüne gidiyorlardı; o kim haklı derse, haklı oydu!

Mesela diyebilirsiniz ki; o zamanlar bugün bizde olduğu gibi modern üniversite diye bir mevhum yoktu; büyücü, sihirbaz, din adamı küreye bakınca ne görüyorsa, gerçeklik oydu!

Mesela diyebilirsiniz ki; o zamanlar özel mülkiyet kurumu yavaş yavaş doğmaya başlamış olsa da, bizde olduğu gibi insanların mülklerine, evlerine saygı duyan Anayasa’da güvence altına alınmış, kutsal sayılan bir özel mülkiyet anlayışı yoktu; cemaatler sık sık savaşıyor ve birbirlerinin evine, mülküne çat kapı el koyuyorlardı. O zamanlar kayyum bile yoktu.

Mesela diyebilirsiniz ki; Neolitik dönemde arazinin verimliliğini artıran imar komisyonları, belediye meclisleri, imar tadilatları yoktu. O zamanlar ilkeldiler; bereketli bir hasat için gerekli koşulları tanrıların lütfu olarak görüyor ve rüşveti tanrılarına kurbanlar keserek ödüyorlardı! Düşünsenize, o zamanlar bu işleri suhuletle halledecek bir Şehircilik ve Çevre Bakanı bile yoktu!
Vazgeçtim, bu kadar delil karşısında teslim oluyorum; memleketin durumu neolitik dönemdekine benzemiyor. Biz ileri demokrasiyiz!