Geçtiğimiz günlerde Paris’in meşhur “Garnier Opera” binasının önünde “Opera de Paris” sanatçıları grev pankartı altında “Kuğu Gölü” balesinden bir bölüm sundu. Onlara Paris Senfoni Orkestrası eşlik etti. Açılan pankartlarda “Paris Operası Grevde”, “Kültürümüz Tehlikede” yazıyordu. Aslında son bir buçuk yıldır Paris sokaklarının alışkın olduğu “sarı yelekliler” eylemi yeniden devreye girmiş; her ekonomik fiyaskonun altından yapay bir ifadeyle gülümseyen Macron’un neoliberal yüzünün bir kere daha cilası akmıştı.

Macron döneminde benzin zammından servet vergisine uzanan bu kapitalist çılgınlık bu kez de “Emeklilik Yasası”yla kendini var etmiş, her şeyin sermaye için tasarlandığı bir kere daha açığa çıkmıştı. Özellikle bale sanatının akademik bir biçimde kendini var ettiği ilk yer olan Paris’te, (Dans etmeyi pek sevdiği için “Güneş Kral” olarak ilan edilen XVI. Louis’in 1661’de ‘Kraliyet Dans Akademisi’ni kurmasını kast ediyorum) böyle bir eylemin gerçekleşmesi manidar. Aslında 1980’lerin başında İngiltere’de Thatcher döneminde Londra Filarmoni Orkestrası üyeleri maden işçilerini ve kendi özlük haklarını desteklemek için yürümüş; grev deyince kurdeşen döken “Demir Leydi” bile geri adım atmak zorunda kalmıştı. Ona bu geri adımı attıran bileşenlerle kurulu örgütlülüğün bugün mevcut olmayışı başka bir handikap.

Öte yandan 2008 krizinden sonra tüm dünyada iktidarlarla tam bir uyum içinde olan sermaye sınıfının yenilgiye uğramamak adına her türlü sanatçı hakkına karşı daha keskin hamlelerde bulunacağını da akıldan çıkartmamak gerekiyor. Çünkü her şeyden önce sanat doğası gereği kültüreldir, ekonomiktir, politiktir, daha nicesini de bu satıra ekleyebiliriz. İşte derinlikli savaşın başlayacağı nokta da tam burası.

Bununla birlikte bizim gibi “tamamlanamamış bir cumhuriyet projesi” üzerine sacayaklarını oturtmaya çalışmış, globalleşmeyi salt vahşi kapitalizm üzerinden okuyan, her türlü olguyu süreç içinde lümpenleştirmeyi başarmış bir coğrafyada üretimin demokrasiye olan katkısını tartışmak son derece lüks. Zaten gerçek anlamda bir üretimin mevcut siyasal, ekonomik ve kültürel çıkar çevrelerinin susturma yoluna gideceği de çok açık. Var olanların ise ehlileştirilmiş popülist bir bakış açısıyla ilerlemek durumunda olduğunu ise acı acı kabulleniyoruz. Peki, çıkar yol ne? Asıl tartışmanın başlaması gereken yer burası. Henüz bunun için bir adım atılmış, seferberlik ilan edilmiş değil. Oysa geçtiğimiz yüzyıl başında genel eylemliliği sanat çevreleri sağlamıştı.


Ne yazık ki, yeniden yaratma / üretimi geniş kitlelere yayma adına bir örgütlenme yerine sanatçı hülyalarıyla bezenen “geçmişe özlem”le daha baskın çıkıyor üreticiler arasında. Bugünün huzursuzluğundan kaçmak adına eskiye sığınmak küçük hazlar verir. Doğru! Gelecekten, hatta şimdiden korkmak daha masum dönemlere yönlendirir bizleri.

Geriye tutunulacak tek dal, “bir zamanlar” deyişi kalır kimi zaman. Smokinli viskili, purolu adamların süzdüğü pırıltılı, görkemli, ince cigaralı kadınlar, imkânsız tesadüfler, güzel müziklerle bezeli danslar, büyük aşklar, ille de mutlu sonlar iyileştiricidir. Tıpkı “Bir Şehnaz Oyun” müzikli oyununda Baron Refik’in söylediği şarkı gibi: “Ah o evvel zamanlar / O ateşli baronlar / Ah o dostlar ah onlar / Ah nerde o eski / O kibar operetler / Şairane düetler / O zarif vaziyetler…”
Ah ki ahhh…