Salgın, siyasi ve ekonomik durumlar, imkânı olan pek çok kişiye “Nerede yaşayabiliriz?” Sorusunu sorduruyor. Bu sorunun işaret ettiği kaygının, gerçek bir kaygı olmadığını söyleyemeyiz. Yaşadığı ülkenin hukuk ve adalet düzenine güven duymayan biri, doğal olarak kaygılanır. Ve bu düzenin değişmeyeceğine dair güçlü bir kanıya kapılmışsa, kendisini güvende hissedebileceği bir yer aramasından daha doğal bir durum yok. Ama bu tercihin, yaşadığı yeri terk etmenin ya da terk etmek zorunda kalmanın bir bedeli de var.

Bağımsızlık ve rekabet

Nazi Almanyası’ndan kaçan yazar ve düşünürleri düşünelim, örneğin Stefan Zweig… “Evimi ve bütün varoluşumu üç kez altüstettiler, beni eskiye ait olanın ve geçmişin her türlü bağındankoparıp olağanüstü bir acımasızlıkla boşluğa, bana zaten aşinaolan, nereye gideceğimi bilmediğim bir boşluğa fırlattılar.” ‘Dünün Dünyası’nda böyle yazmıştı Zweig. Sürgündeyken eşiyle birlikte intihar etmişti. Herkes Zweig gibi yaşadığı yerle böylesi bir bağ kurmayabilir. Hatta günümüzde ‘bağ kurmak’ en zorlu meselelerden birisi haline geldi. Bunun nedenini, Adam Phillips gibi düşünürler yas tutmayı imkânsızlaştıran neoliberal politikalarla ilişkilendiriyorlar. Artık günümüzde topluma empoze edilen amaçların ‘bağımsızlık’ ve ‘rekabet’ olması, bağlanma sorunun kaynağını oluşturuyor. Bağımsız olma ve rekabet düşüncesi, insanın kırılgan yanını gizlemesine, hatta bu kırılganlığı kendisinden bile gizlemesine yol açıyor. Ama insanın bağ kurması, tam da bu kırılgan ve çocuksu yanıyla mümkün olacak bir şey. Kristeva’nın aşk tanımı da böyle değil mi, iki kişinin çocukluklarının anlaşması… Eğer çocuk yanlarımız uyum içinde değilse, birbirimize kırılgan yanlarımızı gösteremeyiz, o kırılgan yanımızı göstermek Freud’un ‘psişik acı’ dediği şeye neden olabilir çünkü.

Gerçeklikten kopuş

Kendisini sosyal ve siyasi açıdan güvende hissetmeyenlerin elbette haklı nedenleri var. Ama bu güvensizliğin bir başka ve en önemli ayağı, gerçeklikten kopmaya neden olan süreç değil mi? Post-truth ya da ‘hakikat sonrası’ diye tanımlanan bu çağda, hakikatin ortak nesnel deliller yerine bir takım duygu ve inançlarla belirleniyor oluşu, insanları gerçeklikten koparıyor ki, bu açıdan Nazi dönemi sırasında Romain Rolland ile Freud’un konuşması oldukça ilginçtir. Rolland, düşman olarak Nazileri gösterirken, Freud ona gerçek düşmanın ‘gerçeklikten kopuş’ olduğunu, insanları gerçeklikten uzaklaştıran inançları ve yaklaşımları işaret etmiştir. Bugün yaşadığımız sürecin ağırlığını neoliberalizmin pompaladığı bağımsızlık ve rekabet inancında ve gerçeklikten kopuşla açıklayabiliriz ancak. Yalnızlığa tahammülsüzlük de, boşluk duygusu da, kimlik karmaşası da ancak bu meselelerin çözümüyle hafifletilebilir.

Kibarlık

Evet, bugünlerde herkes şunu soruyor: “Nerede yaşayabiliriz?” Bu soru belki de hatalı: “Nerede mi, kiminle mi?” Gerçekten de yaşadığımız yerden çok, kiminle nerede olduğumuz önemli değil mi? Yeterince benzer düşünen ve yeterince kibar olan insanlarla yaşamak istiyoruz diye anlıyorum yapılan açıklamaları dinleyince. Bugün kaybedilen en önemli şey, bağımsızlık/tekillik ve rekabet düşüncesinden kaynaklı kibarlık değil mi? Trafiğin yoğun olduğu bir saatte İstanbul’da araba kullanmayı deneyin, ne demek istediğimi anlayacaksınız. Böylesi bir saldırganlığın dışa vurumu, insanların bağ kuramamasının nedeni değil mi? Eğer yeterince kibar olan insanlar olabilseydik, kamplaşma da bu kadar güçlü olmayacaktı. Kamplaşma terimi de kusurlu, çünkü bir tarafın gücü elinde bulundurduğu ve diğer tarafa zulmettiği gerçeğini yadsıyor sanki.

“Nerede yaşayabiliriz?” Dünyayı insansızlaştıran, insanları dünyasızlaştıran bu politik düzeni ve uygarlığı sarsarak yaratacağımız ortak dünya”da yaşayabiliriz ancak, diğer bütün çözümler geçici olacak.Ama önce kendi zihnimizde inşa edeceğimiz ‘yuva’ya ihtiyacımız var, kırılgan yanımızla kuracağımız o güçlü ve hakiki yuvaya…