Sürekli dalaşma halindeyiz. Tartışma diyemiyorum, çünkü taraflar a) ikna olmaya hazır değiller, ve b) karşı tarafı dinlemiyorlar. Yine de bir an için standartlarımızı düşürüp sürekli tartıştığımızı kabul edelim. İkna olmak istemesek de, karşıdakini dinlemesek de, karşıdakini ya da seyirciyi (tribünü?) ikna etmek için uğraştığımızı, bunun da anlamlı bir çaba olduğunu.

İster tarihi, ister siyaseti, ister ekonomiyi tartışalım, pozisyonumuzu belirleyen pek çok faktör var: baskısını en çok hissettiğimiz mahalle, mizacımız, kişisel deneyimlerimiz, tesadüfler gibi. Ama üç şey var ki, herhalde en önemli dayanak noktasının bunlar olması gerekir: geçmişte ne olduğunun bilgisi, şimdiki durumun analizi ve geleceğe dair öngörüler. Çünkü kim olursak olalım, ne söylersek söyleyelim anlaşıp anlaşamayacağımızı bunlar belirliyor.

Geçmişte ne olduğuna dair farklı fikirler olması doğal. Aklın yolu bir değil, hafızalar farklı farklı, hikayeler de öyle. Yine de, belli bir konuda ve belli bir zaman aralığı gözeterek tanımlanmış bir geçmişte neler olduğu konusunda bazı asgari müştereklerde anlaşabilmek, tartışmayı verimli hale getirebilir. Mesela: “Türkiye futboluna 2002’den sonra ne oldu” diye bir tartışmada, Şenol Güneş’in tarihi başarısını, o oyuncu kuşağının kalitesini, 2002 zirvesinden önce gelen Galatasaray’ın UEFA kupasını takdir edemiyorsa taraflar, sonrasını konuşsalar ne olur, konuşmasalar ne?

Pek çok “tartışma”da durum bu kadarcık asgari uzlaşma ihtimaline bile rahmet okutacak düzeyde ama, olsun, yine de niyet anlamak/anlaşmak olduktan sonra yollar bulunur. Anlaşmak, demişken, “an”a gelebiliriz.

Şimdiki durumun ne olduğu, belki de fikir ayrılığına en çok alan tanıyan soru. Çünkü hem geçmişe dair analiz farkları şimdiye dair olanları besliyor, hem de “şimdi” her diğer “şimdi”den bağımsız olduğu gibi, herkes için de biricik. Yani buralarda anlaşamamak da anlaşılır.

Ama gelecekle ilgili tahminlere gelince, durum biraz karışıyor. Üç sebeple: birincisi, sesi çok çıkanlar başta olmak üzere, “tartışmalara” yön veren çoğu kimsenin pek de övünebileceği bir tahminler ya da öngörüler listesi yok. İkincisi, yıllarca hatta bazen onyıllarca, kimi de birbiriyle çelişip yine de yanlış olmayı başaran onlarca öngörüyle düşünce dünyamızı işgal ve iğfal eden anlayışlar ve kişiler, bu yanlış öngörü ve tahminlerinin hesabını çok nadiren veriyorlar; genelde hiç böyle hatalar olmamış gibi davranmamızı bekleyip, pişkin pişkin konuşmaya devam ediyorlar.

Üçüncüsünü fark edersek belki hala bir umut var: sosyal bilimler alanındaki öngörülerle ilgili insanlığın durumu pek parlak değil. Bilimin bize bu konuda söylediklerinden birkaçı şöyle:

Geçmişi çok iyi açıklayan bazı karmaşık istatistiksel modeller, geleceği öngörmekte yetersiz kalıyor.
. Geçmişi o kadar da iyi açıklayamayan daha basit modeller geleceği daha iyi öngörebiliyor.
. İnsan yargısı bu modellerden genelde daha kötü tahminlerde bulunuyor.
. Bir uzman, genelde ortalama zeka ve bilgiye sahip bir insandan daha iyi tahminlerde bulunamıyor.
. İnsanlar, tahminlerinin ne kadar yanlış olduğuna sıklıkla çok şaşırıyorlar. (Why Forecasts Fail. What to do Instead; Maksidakis, Howarth & Gaba; 2010)

Hal böyleyken, sürekli bir yerlerde karşımıza çıkan ve “şöyle olursa böyle olacak” demeye bile üşenip “şöyle olacak”, “bir daha asla böyle olmayacak”, “bunun olması kaçınılmaz” diyen abi ve ablalara “o kadar da emin olmayın” demek hakkımız.

Aynı sorumsuz tavırla “Biz gidersek gelecek hiçbir hükümet 3 ay bile maaş ödeyemez” diyen bir yöneticiye ise itiraz etmek de yetmez. Çünkü neden böyle düşündüğünü verilere dayanarak açıklamazsa, yarın başka biri de tutup “seçimi kaybedince gitmemenin hesabını yapıyor” dediğinde kimse kolay kolay itiraz edemez.