Erdoğan Özmen, “Neredeyiz?” sorusuna yanıt verebilmek için, tarihsel bir bakış açısının zorunlu olduğunu söylüyor

Neredeyiz?

Bazen bir sancı gibi saplanıyor zihnime “Bir şey olacağı yok” düşüncesi. Her şey daha da kötüye giderken... On yıl evvel neler konuşup hayaller kuruyorduk, şimdiyse çoğunlukla seyirci… Kitaplar var, kediler var, bulutlar var diyerek avutmalar da bir yere kadar.

Erdoğan Özmen’in İletişim’den çıkan “Vazgeçemediklerinin Toplamıdır İnsan” adlı kitabını okurken, John Berger’den bir alıntıyla karşılaşıyorum: “İnsanlar her yerde, birbirlerinden çok farklı koşullarda kendilerine aynı soruyu soruyor: Neredeyiz? Nereye sürüklendik? Neler yitirdik? Güven telkin eden bir gelecek görüntüsü olmadan nasıl devam edilir? Bir ömrün ötesinde ne olduğuna dair bakışımızı niçin kaybettik?”

Bana ve hayata ne oluyor sorusunu düşünürken aradığım şey, bu satırlarda karşıma çıkmıştı. Güven telkin eden bir gelecek yok, her şey bir belirsizlik içinde ve bu yüzden insanın nerede olduğunu bilmesi zor. Erdoğan Özmen, “Neredeyiz?” sorusuna yanıt verebilmek için, tarihsel bir bakış açısının zorunlu olduğunu söylüyor. Psikoterapiden örnek veriyor yazısında, tarihsel boyutun ortaya çıkarılması için tanıklığın iyileştirici gücünü anlatırken: “O dinleyicinin, tanığın ortaya çıkmasına kadar travma, mağdurun iç dünyasında işlenmemiş ve sindirilmemiş olarak, âdeta bir yabancı cisim gibi duracaktır.” Tarihçilerin, yazarların, sosyologların, psikologların, sanatçıların tanıklıları, bu yüzden insanlık için önemlidir, hepimizi birleştirecek olan bir tarihin oluşumunda...

Kitabı okurken, sık sık kapağına bakıp “Vazgeçemediklerinin Toplamıdır İnsan” sözünü tekrarlıyorum içimden. Kendi vazgeçemediğim şeyleri düşünüyorum. “Neredeyiz?” sorusunun yanıtı, vazgeçemediklerimizdeydi. Nerede olduğumuzu bilmiyorsak, vazgeçmiştik bir şeylerden ya da vazgeçirilmiştik…

Erdoğan Özmen, “Nereye dönse, ne yapsa vazgeçemediği ve bırakamadığı şeylerin toplamıdır insan” diye yazmış: “Yaşadığımız bütün ayrılıkların, kayıpların, hüsranların yasını tutarak, onlardan ve bozulan her ilişkiden, sevdiklerimizi inciten ve acıtan her şeyden kendimizi de sorumlu sayarak insan oluruz.”

Nerede olduğumuzu bilmeyişimiz, yas tutamayışımızla, yaşadıklarımızın sorumluluğunu almak istemeyişimizle ilgiliydi. Yirmi dört saat mutlu ve enerjik olmak isteyen, azıcık uykusu kaçsa telaş yapan, her tür ayrılığı bir yenilgi olarak görüp unutarak arınmaya çalışan…

Winnicott, “Başlangıç Noktamız Ev” adlı kitabının başlarında “sağlıklı” insanın niteliklerinden bahsederken, “Sağlık bir şeyi inkâr etmekle bağdaştırılmaz” diyor. Kendini gerçek hissetmekse kolay değil Winnicott’a göre, bir bedeli var, depresyona yakın bir ciddilik olmadan kişilik potansiyelinin ortaya çıkamayacağını söylüyor. Yani sağlıklı olmak, sürekli mutlu ve enerjik olmak değil, sorumluluk, suçluluk, keder ve durum iyiye gittiğinde de dolu dolu sevinç yaşamak anlamına geliyor. Kendimizi gerçek hissetmeden, nerede olduğumuzu nasıl bilebiliriz ki?

Erdoğan Özmen’in de, Winnicott’ın da yazılarında altını çizdiği gerçek, sağlıkta ayrılığın olmadığı, sadece ayrılığın niteliği değişiyor büyüdükçe, bu yüzden vazgeçemediklerimiz kadar varız.

John Berger, “Neredeyiz?” sorusunun devamında, “Neler yitirdik?” diye soruyordu, ipucu verir gibi. Yitirdiğim şeyleri düşünüyorum, denizin üzerini kaplayan bulutlara bakarak… Hatırladıkça yitirmiş olmuyorsun… Turgut Uyar’ın “üstüme sinmişliğin var” nakaratıyla yazdığı “Dünyada” şiirindeki gibi “Sürekli denizler, sürekli olmalar, sanki öyle bir şey…”