Asıl problemin insanın kendisi olduğunu belirten Ezgi Polat, “Gittiğimiz yere götürdüğümüz şey kendimiziz. Kendi içinde huzurlu değilsen nerede olduğunun bir önemi yok” diyor

Nereye gidersek gidelim aradığımız şey kendimiziz

Mehmet ÖZÇATALOĞLU

2017’de ‘Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda’ ile öykü dünyamıza dahil olan ve bu ilk kitabıyla dikkatleri üzerine çeken Ezgi Polat’la yeni kitabı ‘Hiçbir Yerin Ortasında’ üzerine konuştuk.


► İlk kitap 2017’de yayımlanmıştı. ‘Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda’. O dönemde adınızdan çok söz ettirmiştiniz. Fakat yine de fark etmemiş olanlar vardır. Ezgi Polat’ı ilk defa ‘Hiçbir Yerin Ortasında’ ile tanıyanlar için şuradan başlayalım istiyorum. Öykü yolculuğu nasıl başladı?
Birkaç yıl önce tesadüfen ilkokulda tuttuğum defterlerimi karıştırırken türünü özellikle öykü olarak tanımladığım bir sayfalık metinlere rastlayınca bu yolculuğun daha o zamanlar başladığını fark ettim. Yazmakla, zamana bağlı biçim değiştiren ama hep var olan bir ilişkim oldu. Kimi zaman şiir yazdım, kimi zaman öykü, kimi zaman şarkı sözü, kimi zaman ne olduğunu bilmediğim iç döküşler, günlükler. Üniversite biterken içimde karşı koyamadığım bir roman yazma isteği vardı. Fakat hayatla ilgili sorumluluklar filan derken bu süreç uzadı, açıkçası yeterli altyapıya ve donanıma da sahip değildim. Bir gün romanı tamamlayıp birçok yayınevi tarafından reddedildiğimde bu işin öyle sandığım gibi olmadığını fark ettim. Evet, yazmak bir itki fakat insanın kafasının estiğince yapacağı bir iş değil. O zamandan sonra çeşitli şekillerde kendimi geliştirmeye çalıştım. Türlerin gerekliliklerinin farkına varmam da öykü üzerinde daha çok yoğunlaşmaya itti beni. Çünkü öykü derdini, bildiğimiz gibi az sözle dar bir alanda anlatmak zorunda. Bana kalırsa bu zorunluluklar bir yazarın gelişimi için oldukça önemli. Sürekli yeni öyküler, yeni biçimler düşünmek inanılmaz keyif veriyordu, anlatacak çok şeyim vardı, kalemim beni reddetmiyordu ve böylece kendimi öykü yolculuğuna kaptırdım.

► Öykülerinizde karakter seçimlerinizi nasıl yaparsınız?
Karakter seçerken bir kriterim yok. Tek bildiğim şey, acımasız olduğum.

► ‘Hiçbir Yerin Ortasında’, kitaba adını da veren öykü. Yakın zamanda okuduğum Gamze Arslan ve Şeyma Koç öykülerindeki atmosferi hissettirdi bana. Yaşadığımız dünyanın etkisi sanırım bu. Nedir bu kuşak öykücülerini bu öyküleri yazmaya yönlendiren?
Bu kadarını da yazmazsak, üzgünüm, gidip bir köprüden atlamamız gerekir. Yıllardır katlanarak devam eden ve yaşamımızın her alanına sirayet eden yıkımın, yozlaşmanın, çürümenin, kötülüğün ayrı bir başlık olarak ele alınacağını düşünmüyorum artık. Antroposen çağdayız, yarattığımız dünya, kendi elimizle besleyip durduğumuz o canavar bizi yemek üzere. Aslında yaşadığımız dünyanın değil, insanın etkisi. Çok daha ötesini keşfetmemiz gerek. Bunları faşizan bir yaklaşımla söylemiyorum, fanatikçe politize olunmalı da demiyorum. Yazar şunu şunu yazmalıdır diye parmak da sallamıyorum. Yalnızca içindeyiz, şeyleri bu yıkımdan ayrı düşünmek artık neredeyse imkânsız. İnsanın, doğanın, dünyanın dönüşümünü biz anlatmazsak kim anlatacak? Yazar eli kolu bağlı bir şekilde steril ve korunaklı bir odada bekleyemez, savaş alanında olmalıdır. Biz teletabi değiliz. Bu dünya da güneşin sırıtarak doğduğu ve bizim gün boyu kırlarda koşarak birbirimize sarıldığımız bir dünya değil.

► ’Kıyıya Vuran’ başlıklı öyküde odak noktam Doğan oldu benim. Kaç yaşında, annesinin rahatsızlığı nedir, gerçekten yaşıyor mu? Almanlarla derdi ne? Ne söylemek istersiniz?
Doğan istemese de bir yerde hayatın ona sunduklarını yemek zorunda olduğunu öğrenen on yaşında bir çocuk. Her birimizin yaşamı buna bağlı şekilleniyor. Annesinin bir rahatsızlığı yok, evlerinde şiddet var ve kadın yoğun bakımda. Yaşayacak ya da ölecek. Etki yoğunlukları farklı olsa da her türlü Doğan’ın hayatı değişecek. O da bunun gayet farkında. Yalnızca anlamlandırış biçimi bir yetişkininkinden farklı. Yeni keşfediyor. Almanlarsa bu gözlemi yapabilmesinde ve içindeki öfkenin dışavurumunda bir araç oluyor sadece. Orada başka bir dünya imkânı, başka bir sevme ve yaşama biçimi görüyor ve asla erişemeyeceğini bildiği bu dünya içindeki kıskançlık duygularını köpürtüyor. Yine de Doğan kendini bir şekilde kurtarır. Bu öyküde bir de insanların okuyup geçtiği, pek de üzerinde durmadığı bir üçüncü dünyada, Doğan’ın yaşında, kimliği kıyıya vurmuş, asla bu oyuna giremeyecek bir çocuk var.

► Aynadaki Bataklık / Charlotte ve Pierre arasındaki hastalıklı bir ilişkinin öyküsü. Fakat dengeler şaşıyor sanki. Psikanalitik açıdan ele alınabilir bu öykü. Gerçek anlamda hasta olan kim, çözmek kolay değil. Neler söylersiniz?
Burada bütün temelleri efendi-köle dinamiği üzerine kurulmuş bir ilişki var. İmtiyaz sahibi Charlotte’un iktidar alanı tehdit altına girdiğinde her şeyi yapabildiğini, işine gelmediği noktada Pierre’in varlığını nasıl inkâr edebildiğini görüyoruz. Ama hiçbir şey siyah ya da beyaz değil. Pierre asimile olmuş, sömürülmüş, katledilmiş ve katledildikleri inkâr edilmiş azınlıkların temsili. Barbar olarak addedilen bütün sözde tehditlerin uyguladıkları şiddeti, ettikleri isyanı konuşurken bu isyanı doğuran esas etmenlerin de gözden kaçırılmaması gerekir. Şiddet öğrenilebilen bir şey. Pierre de şiddeti Charlotte’dan öğrendi. Yaptıkları katliamları inkâr eden bütün devletlerde ve konfor alanını terk etmek istemeyen bütün güç sahiplerinde cinsiyet, bulundukları konum, aldıkları eğitim fark etmeksizin işlerin bu kodlarla yürüdüğünü görebilirsiniz. Bir yerden sonra bu hastalıklı bir ilişkiye dönüşüyor.

► ’Yunus’ başlıklı öyküde modern zamanların dayattığı kentli yaşamın zorluklarından kaçan fakat aradığını yine de bulamayan bir çift var. Nedir ilişkilerde eksik kalan? Yenidünya daha fazla olanak sunsa da eskinin o yoksun yıllarına göre daha az mutluyuz sanki?
Problem insanın kendisi. Nereye gidersek gidelim aradığımız şey kendimiziz. Gittiğimiz yere götürdüğümüz şey kendimiziz. Kendi içinde huzurlu değilsen nerede olduğunun bir önemi yok. Bir erkek olarak üstünlüğünü ilan edeceğine emin olduğu bir yere gidip iç huzurunu garantileyeceğini sanan, fakat karısının kendisini gölgede bırakmasını kabullenemeyen kompleksli bir adam sadece. Çift olarak bir şey aramıyorlar. Bağlandıkları şeylerden kopunca bireysel olarak benliklerini daha net ortaya koyuyorlar. Etrafta kadınların bireysel olarak kendilerini ortaya koymasından rahatsız olan çok fazla erkek var. Komiktir ki şimdilerde buna daha sık rastlıyoruz. Kadınlar bana kalırsa her zaman güçlüydü, şimdilerde bunu ortaya koymak için daha çok cesaretleri var. Yalnızca böyle iki karakteri aynı savaş alanına koydum.

cukurda-defineci-avi-540867-1.