Türkiye'nin bir yılda vadesi gelen dış borçları bugün artık 180 milyar dolar düzeyindedir.

Nereye kadar?
Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati, türlü söylevlerle piyasayı oyalarken döviz yükselişine engel olamadı. (Fotoğraf: ANKA)

Nereye kadar sorusu farklı anlamlar içeriyor. Salt AKP iktidarına odaklansak bile, anlamlar çeşitli: Bu iktidarın hangi vadeye kadar gidebileceği; ekonomideki çıkmaz sokağın sonuna seçimlerden önce varıp varamayacağı; dinci-totaliter iktidarını koruyabilmek uğruna toplumsal bölünmeyi nereye kadar sürdürmeyi göze alabileceği; kolluk ve yargı üzerinden uyguladığı devlet şiddetini nereye kadar tırmandırabileceği; siyasal suikast (parti kapatmak dahil) planlarında nereye kadar uzanabileceği; seçim sonuçlarına müdahalede ve gerekirse bu sonuçları tanımamakta nereye kadar gitmeye cüret edilebileceği vs. gibi bir sürü açık uçlu soru sıralanabilir. Burada bunlardan ekonomik bunalım ve toplumsal bölünme konularına odaklanalım.

Ekonomi nereye?

2022 yılına ekonomik büyüme bakımından iyi başlanılmış gibi görünüyor. Ama ciddi sorunlar var: Birincisi, TL cinsinden büyüme pozitif iken, dolar cinsinden büyüme aksi yönde oluşuyor. AKP'nin yüksek değerli TL politikasını benimsediği 2003-2013 döneminin tam tersine. Muhtemelen ikinci çeyrekte TL'nin değer kaybı hızlandığı için bu marazi ilişki daha da pekişecek. Üstelik TL cinsinden büyümenin dahi yavaşlayacağı bir ortamda.

Ama daha önemlisi milli gelir (GSYH) artışının kimlere yaradığı. Ocak-Mart 2022’de milli gelir yüzde 7,3 artarken eğer ücret gelirlerinin milli gelir payı 3,6 puan azalıyorsa süregiden bölüşüm sorununun daha vahim boyutlar aldığı anlaşılır. Üstelik türdeş olmayan ücret-dışı gelir kategorilerinin hepsinin birden kazançlı çıktığı da sanılmamalı; küçük üreticiler, özellikle çiftçilik yapanlar, esnaf, hatta kimi serbest meslek sahipleri de kaybedenler arasında. Cumhuriyet dönemi iktisat tarihinin önemli ismi Korkut Boratav hoca, ilk çeyrekteki eğilim sürerse, bunun yılın bütününde "net hasılada işçi sınıfı payının 8 puan dolayında düşmesi" anlamına geleceğini ve bu durumun 1940'lardaki savaş dönemi ve 1980'lerdeki 24 Ocak/12 Eylül dönemine kıyasla bile daha sert ve hızlı bir bölüşüm şokuna karşılık geldiğinin altını çiziyor, ("Milli Gelir büyüyor; ücretliler kaybediyor", Sol Gazetesi, 10.06.2022). Bunun, son beş yıldır hızlı bir tempoda süren bölüşüm ilişkileri bozulmasının üzerine eklendiğini de unutmamak gerekiyor.

Ekonominin dış ticari ilişkilerinin beklenenin çok ötesinde açık üretme eğilimi de bu tabloyu karartmaktadır. 2002'nin ilk beş ayında 43 milyar $ dış ticaret açığı verilmiştir ki, bu tempo korunursa, yıllık temelde 100 milyar dolarlık bir açığa koşulduğu anlamına gelir. Turizmde şimdilik iyimserleşen beklentilere rağmen böyle bir dış ticaret açığının anlamı 50 milyar $ üzerinde bir cari açık olacaktır ki GSYH'ya oranla yüzde 6'yı aşabilecek bir miktardır. Bu oranlarda cari açıklar AKP'nin ilk 10 yılında genel eğilimdi ama bunun sürdürülemezliği üzerine 2013 sonrasında daraltıcı politikalar geçilmek zorunda kalınmıştı. Kaldı ki, o zamanlar ne Merkez Bankası'nın rezervleri ne yeniden şahlanan enflasyon ne borçlanma kapasitesi ne bölüşüm adaletsizlikleri ne de dünya ekonomik koşulları bugünlere benziyordu.

Sadece bir örnek bile yeterli olabilir: Türkiye'nin bir yılda vadesi gelen dış borçları bugün artık 180 milyar dolar düzeyindedir. Buna asgari 50 milyar dolarlık cari açığı da eklerseniz, dışarıya sermaye çıkışı olmadığı durumda dahi, bir yılda 230 milyar dolarlık bir dış kaynağı bulup çevirebilmeniz gerekir. Ama artık dış kaynak bol değildir; Türkiye için özellikle kısıtlıdır ve yüksek maliyetlidir çünkü kredi iflas primi olan CDS'ler Türkiye için 840 baz puanı aşmıştır. Dolar bazında artık yüzde 10'un üzerinde faizlerle borçlanabilecek olan kamu ve özel kesim açısından tehlike çanları çalıyor demektir. Dış borç geri ödemelerinde temerrüde düşülmesinin taşları döşenmektedir.

Enflasyona rağmen büyüme pompalaması mı?

Dış kaynakların giderek zor bulunur ve pahalı olduğu bir dünya konjonktüründe, ekonomisi dış kaynaklara bağımlı olan aşırı borçlu bir ülkede büyüme pompalamasına gitmek, "ya hep ya hiç" diyen tükenmiş bir kumarbazın ya da "iktidarını korumak için her ekonomik macera mubah" diyen tükenmiş bir siyasi hareketin son çırpınışlarını anımsatmaktadır. Kuşkusuz ikisi arasında köklü bir fark var: Kumarbaz, kendi aile ekonomisini bitirme pahasına kumar oynuyor yani zararı kendine; AKP ise genel olarak ekonomiyi ve kamu maliyesini feda etme pahasına (kuşkusuz kendi sınıfını ve sermayenin güçlü bölümlerini ihya ederek) oynuyor. Birincisi eğer Rus ruleti ise, ikincisine AKP ruleti demek gerekiyor; bu ikincisinde egemen çevreler hiçbir sınıfsal zarara uğramadan halkın yaşamı ve geleceği üzerine oynuyorlar.

AKP'nin ekonomik büyümeyi enflasyonla mücadeleye yeğlediği biliniyordu; son zamanlarda bu, resmi ağızlardan da dillendirildi. Enflasyonun, özellikle de yüksek enflasyonun, bir negatif bölüşüm kategorisi olarak sınıf ilişkilerinin merkezine oturtulduğu bir dönemden geçiliyor. Enflasyon, gelirleri enflasyon düzeyinde artmayan (yani enflasyonu hayat pahalılığı olarak da hisseden) tüm toplumsal katmanlar açısından, ceza kanunlarında tanımlanmamış bir büyük hırsızlıktır yani adı konulmamış bir suçtur. Buna rağmen "enflasyonla mücadele etmemeyi" sanki bir meziyetmiş gibi veya dayanağı olan bir ekonomik kurammış gibi sunmaya çalışmak, ciddi bir siyasi sorumsuzluk örneğidir. Buna verilen/verilecek yanıtın ise son derece ciddi bir toplumsal/siyasi/sendikal tepki olması beklenirdi.

AKP iktidarı aslında en iyi bildiğini sandığı yolu izlemeye çalışıyor. Bu iktidar, bilindiği üzere, Mayıs 2008 yılına kadar doğrudan IMF programı altında geldi. Sonrasında da 2015'e kadar Babacan-Şimşek ikilisinin yönetiminde dolaylı olarak IMF programının tortuları geçerli oldu. Hatta M. Şimşek Haziran 2018'e kadar görevde kaldı. Ancak 2015 sonrasında, dış kaynakların daraldığı, özelleştirmelerin önemli ölçüde tamamlandığı bir ortamda örtük bir IMF programının sürdürülmesi güçleşti; hem dünya ekonomik koşullarının zorlaması hem de ekonomik büyüme olmadan siyasi iktidarını sürdüremeyeceği hesabıyla (bunu 2009 yerel seçimlerinde bizzat deneyimlemişti), AKP artık IMF telkin ve kurallarının dışına çıkan yollara yöneldi.

2017 örneği tekrarlanabilir mi?

Bunun en çarpıcı örneği 2017 yılında yaşandı. Olağan koşullarda düşük bir büyümenin beklendiği bir yılda Hazine garantörlüğünde Kredi Garanti Fonu (KGF) üzerinden sermayeye 250 milyar TL bir kredi paketi açıldı. Dolar-TL paritesi o günden bu yana 4,5 kat arttığına göre, bunun bugünkü değerinin 1,1 trilyon TL'yi aştığı görülür. İşte bu denli önemli bir kredi kaynağı özel sektöre boca edilerek 2017’de yüzde 7,4'lük bir büyüme elde edilebildi. Ama bu yüksek büyüme ne 2017 Anayasa oylamasından AKP'nin hukuken galip çıkmasına yetti (buna karşılık mühürsüz oylar sayılarak fiilen galip gelmesi sağlandı) ne de 2018 genel seçimlerinde Meclis çoğunluğunu koruyabildi. Buna karşılık 2017 hormonlu büyümesinin ardından gelen yıllarda, ekonomi düşük bir büyüme performansı gösterebildi, bu arada enflasyon başını kaldırdı ve 2018'den itibaren 3 döviz krizi yaşandı.

AKP icrasının belleğinde kalan şey ise bu olumsuzluklar değildi; 2017'de sağlanabilen yüksek büyüme oranıydı. Bu yüzden 2020'deki pandemi krizinde bile ekonomiyi büyüme patikasında tutabilmek için kredi pompalamasına başvurulacak ve o yıl pozitif büyümesini koruyan üç ekonomiden biri olabilecekti. (Bu arada geri dönüşsüz pandemi desteklerini en düşük düzeylerde tutan en anti-sosyal yönetimlerin de başında gelecekti).

Şimdi AKP iktidarı 2017'de denediği bu kredi pompalamalı büyüme hamlesini bu seçimler öncesinde bir kez daha piyasaya sürmekte. Ama 2017'de döviz rezervleri hâlâ pozitifteydi, üstelik bugünkü enflasyon, kur ve bölüşüm şokları yaşanıyor değildi. Hazine'nin bugün yeni bir KGF macerasına girişecek takati de bulunmuyor. Buna karşılık bugün, resmi TÜFE'nin bile yüzde 73,5 olduğu bir ekonomide TCMB politika faizi yüzde 14'te tutularak ve bankaların KKM aracılığıyla yüzde 17 faizle mevduat toplaması mümkün kılınarak, bankacılık sistemine inanılmaz işlem kârları aktarılıyor ve karşılığında bankaların da enflasyon oranının yarısının altında faizlerle Hazine'yi ve piyasayı fonlaması sağlanıyor. Ama bu sürdürülebilir bir durum değildir. Nitekim 9 Haziran gecesi alınan bazı yarım yamalak önlemler, BDDK'nin bankaların şüpheli alacaklarının büyümesine karşı (bizce etkisiz) bir adımına karşılık geliyor. Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın GES gibi 1980'lerde denenmiş bir uygulama üzerinden yeni borçlanma araçları geliştirme çaresizliğini de gösteriyor.

Bu parasal genişlemenin enflasyonu daha da körüklediği, bütçe açıklarını tırmandırdığı ise bir sır değil. Yani iktidar enflasyonla mücadeleyi bırakmakla kalmıyor, TL'nin aşındırılmasına göz yummak ve kredi genişlemesini kışkırtmak üzerinden enflasyonu azdırıcı bir politika izliyor. Bütün kırılganlık göstergeleri de birikiyor. Bu yolun sonunun, emperyalizmin mali kuruluşlarına yeniden tam teslimiyetle bitmesi yüksek olasılıktır. Buna sonuç bölümünde yeniden dönülecektir.

Kültürel yarılma nereye kadar?

AKP iktidarı salt ekonomik büyüme makyajlamasıyla, üstelik geniş halk kitlelerine yansımayan bir büyüme tarzıyla, toplumdaki havanın lehine dönemeyeceğinin farkında. Bunun ekonomik açıdan "telafisi yapılıyor" görüntüsü de yetmeyecek. Yani enflasyon farkları, 3600 ek gösterge, yeni bir yüksek asgari ücret artışı gibi sözde telafi mekanizmaları, toplumun yaşadığı derin yoksullaşma karşısında ancak saman alevi etkisi yaratabilecek. Bu nedenle seçimlerin bu saman alevinin etkisi çok azalmadan (ve RTE'nin 3. kez cumhurbaşkanlığı adaylığı anayasal olarak sorgulanmadan) Nisan 2023'teki bir "erken" seçime sıkıştırılması bizce halen en yüksek olasılık gibi gözüküyor.

Ama çok daralmış bütçe olanakları dikkate alındığında, özellikle de sermaye yönlü bütçe harcamalarını azaltmak veya sermayeye servet vergisi uygulamak gibi önlemler söz konusu değilse, ekonomik telafi mekanizmaları hangi zaman dilimi seçilirse seçilsin iktidarın bozulmuş imajını düzeltmesine imkân vermeyecektir. Bu nedenle de AKP iktidar koalisyonu, aleyhine olan durumu en iyi bildiği yoldan telafi etmek üzere hamleler yapıyor: Toplumu ideolojik/ kültürel eksenli daha derin bir yarılmaya sürüklemek üzere çalışıyor. (El altından çeşitli pazarlıklar/şantajlar içine girmeyi de ihmal etmeden elbette).

Bu arada toplum kesimleri arasındaki gerginlikleri artırmak üzere devletin şiddet örgütlenmesini seferber etmeyi de ihmal etmiyor. Hem ekonomik gidişata karşı tepkileri baskılamak hem her düzlemdeki adaletsizliklere karşı toplumda yükselen isyan duygusunu gerginliklere dönüştürmek hem de kolluk-yargı şiddeti üzerinden toplumu sindirmek üzere planlar yapılıp uygulanıyor. Tartışmaları din eksenine çekmek için hiçbir fırsat kaçırılmıyor. Bütün bunların boşuna olmadığı da görülüyor: Bu denli olumsuz bir ekonomik/toplumsal tabloya rağmen AKP ve RTE'nin oyları hâlâ belirli bir eşiğin üzerinde tutunabiliyor; ama normal koşullarda yapılacak seçimlerde iktidarı korumaya yetecek düzeye de artık ulaşamıyor.

Sonuç yerine: Sistem-içi seçeneklerle nereye kadar?

Tekrar ekonomiye dönerek sonuçlandıralım. Türkiye'nin önünde üç olası «sistem-içi» seçenek bulunuyor:

1) Sert bir IMF Programına yönelme (sağ radikal yol);

2) IMF’siz IMF disiplinini sağlayacak seçenek (Türkiye bunu 2008-2013/2015 arasında uyguladı. Bunun olabilirliği, IMF onayıyla IMF dışı kaynak bulmak koşuluna bağlı olacaktır) (arayol);

Bu iki seçenekte de sıkı maliye politikaları uygulanacak ve geniş kitlelere yük aktarılacaktır. Etkileri refah kısıcı olacaktır. Sermayeye eğer kısmen yük bindirecek olursa bu, göstermelik kalacaktır.

3) Sermaye kontrolleri rejimine gidiş. Bunun dış borç konsolidasyonunu içeren veya içermeyen versiyonları olabilir (merkez radikal yol).

Bu son seçenek hakkında üç uyarı yapılabilir. Birincisi, bunun ne kadar sol bir program olduğu tartışmalıdır. Paul Krugman'ın da bu yolu önerdiği biliniyor. AKP de şu sıralarda mecburiyetten kısmi sermaye kontrollerine girişmiş durumda. Tabii diğer bir sorun da sistem-içi "sosyal demokrat", "merkez-sol" partilerin buna cesaret edip edemeyecekleri.

Üçüncüsü de, her ne kadar IMF Ana Sözleşmesi m.VI imkân tanıyorsa da, gene de böyle bir kontrol rejiminin IMF ile kol güreşini gerektirecek olmasıdır. (Bkz. K. Boratav, "Sermaye hareketlerinin denetimi: IMF doktrini", Sol Gazetesi, 27.05.2022). Türkiye'de bunu hangi sistem-içi siyaset yapabilecek?

Şu saptamalarla bitirelim: Bölüşüm öncelikli bir kamucu sol model, anti-neoliberal temellerde yükselemez. Anti-kapitalist olmadan anti-neoliberal olmak bir fanteziden ibarettir. Avrupa'daki sosyal-demokrat iktidarlar bunun canlı tarihidir. Esasen anti-emperyalist olmadan da dünya sistemine meydan okunamaz.