Freud, insan olmayı, durmadan kendi kendisiyle yeniden tanışma olarak adlandırırmış. Bazen aklıma gelince, bu tespite gülümserim. Bitmeyen bir tanışma, sürekli ve yeniden… İnsanın bu kendine yabancılığı, yabancılaşmadan farklı bir şey. Sürekli aynı şeyleri yapmanın, aynı kafeye gitmenin, aynı insanları görmenin, belki de bu “yabancı” olma geriliminden insanı koruyan bir yanı vardır. Bu çağın neden olduğu hız yanılsamasını düşününce, yabancılık da artmış gibi görünüyor.

Tatile çıkmak, olağan düzenin dışına çıkılmışsa eğer, kişi için bazen kendisiyle yeni bir tanışmaya dönüşebilir. Ben de deniz kenarında ağaçlıklı bir koya sığındığım zaman, ilk gece tuhaf endişeler eşliğinde yeniden kendimle tanışıyormuş gibi hissettim. Yetiştirmem gereken bir yazıya çalışırken, masa lambasının ışığına üşüşen çeşitli böceklerin istilasına uğradım. Böceklere tepkimin sadece sevecenlik olması şaşırtıcıydı. Sanki uzun zamandır bir fanusun içinde yaşamıştım da, şimdi bütün bu ısıran ya da huylandıran böcekler, doğayla temas ettiğim anlamına geliyor ve beni mutlu ediyordu. Sonra aslında, bir süredir beni rahatsız eden şeylerin rahatsız etmediğini fark ettim o an. Büyümüş müydüm? Yoksa teslim mi olmuştum, beni kuşatan gerçekliğe? Alain Badiou, Beckett’le ilgili kitabında gençliği, bir budalalık olarak tanımlar, dünyayı değiştirmeyi istemek gençken kolaydır çünkü, hatta doğal bir süreçtir: “Genç olmak başlı başına bir güç kaynağıdır, belirleyici karşılaşmalar dönemidir, fakat aynı zamanda tekrara ve taklide kolayca yenik düşmeye mahkûmdur. Düşünce, dönemin ruhunun etkisinden ancak incelikli ve meşakkatli bir çalışmayla kurtulabilir.”

Kendi “belirleyici karşılaşmalar”ımı ve taklitten kaçınamadığım devrimcileri ve yazarları düşündüm. Biricik olduğumu hissederken, bir büyük gücün parçası olma arzumun anlamı ve anlamsızlığını… Badiou’nun dediği gibi, insan gençken “en umutsuz şarkıların en güzel şarkılar olduğuna” inanırdı, neden acaba? Paul Nizan’ın “Fesat” adlı romanını hatırladım sonra, gençlerin sanılanın aksine ölümü daha çok düşündüğünü iddia ettiği sözlerini. Bir kabul edememe durumu değil mi, bütün bu karamsarlık ve isyan halleri? Ama gençliğimden bu yana değişmeyen yanım, aşırı normalleşmeye karşı tepki. Pek çok kişi için “aşırı normalleşme” büyümek anlamına geliyordu ve gerçekte nevrotik bir çabaya dönüşüyordu, herkes gibi olmanın güvence ve rahatlık sunacağına dair inanç… Psikoterapi sayesinde insan bu anlamsız çabasından vazgeçip marjinal yönlerini sahiplenerek rahatlayabilir, normalleşme uğruna bastırdığı ruhsal enerjisini serbest bırakıp daha yaratıcı ve uyumlu bir yaşam sürebilir.

Otların üzerine uzanmış doğayı dinlerken, aklımdan böyle şeylerin geçmesi, tuhaf değil mi? İnsan, sürekli olarak kendisiyle yeniden tanışıyor işte. Belki de yaz mevsiminin çocukluğu çağrıştırmasıyla ilgili bir durumdur bu. Yaz çocukluktur, kış büyüme… Sonbahar, hüznüyle gençliktir belki, arafta kalmış, arayış içinde…

Hüzün, umutsuzluk gibi şeyler düşününce, aklıma Guattari’yle birlikte şizoanaliz üzerine çalışan Franco Bifo Berardi’nin “Kahramanlık Patolojisi” adlı yeni kitabında söyledikleri geldi: “Unutmayın ki, umutsuzluk ve neşe uyuşmaz şeyler değildir. Umutsuzluk, kavrayışın bir sonucudur. Neşe, duygusal zihin durumudur. Umusuzluk, mevcut durumun hakikatini kabul etmektir, ama şüpheci zihin, tek gerçeğin ortak imgelem ve ortak tasarı olduğunu bilir. Bu yüzden umutsuzluktan korkmayın. Umutsuzluk, neşe olanağını sınırlamaz. Üstelik neşe, entelektüel çaresizliğin yanlış olduğunu kanıtlar.”

Uzandığım yerden kalkıp denize doğru koşmaya başlıyorum, umutsuz olduğum kadar neşeli...