BERİL ERBİL “Ruhun belli derinliklerinde sıradan sözcüklerin hükmü yoktur. İşte buradayım ve yaşadığım krizlerin doğru bir tanımını yapmaya çalışıyorum, ama bulabildiğim tek şey imgeler.” Jaguar’ın Prospero Kitaplığı’nın ikincisi olarak yayımlanan Rumen yazar Max Blecher’a ait Acil Gerçekdışılıkta Maceralar okuru nesneler ve imgeler arasında bir gezintiye çıkarıyor. Genç yaşında hayatını kaybetmesine rağmen Max Blecher modern Rumen […]

Nesneler ve imgeler arasında
BERİL ERBİL

“Ruhun belli derinliklerinde sıradan sözcüklerin hükmü yoktur. İşte buradayım ve yaşadığım krizlerin doğru bir tanımını yapmaya çalışıyorum, ama bulabildiğim tek şey imgeler.”

Jaguar’ın Prospero Kitaplığı’nın ikincisi olarak yayımlanan Rumen yazar Max Blecher’a ait Acil Gerçekdışılıkta Maceralar okuru nesneler ve imgeler arasında bir gezintiye çıkarıyor.

Genç yaşında hayatını kaybetmesine rağmen Max Blecher modern Rumen edebiyatının en önemli yazarlarından biri olarak kabul ediliyor. Blecher 1909 yılında Romanya’da doğuyor. 18 yaşında yakalandığı omurilik veremi hastalığı sebebiyle ömrünün son 10 yılını yatağa bağlı geçiriyor. Otobiyografik özellikleri olduğu düşünülen ve Blecher 27 yaşındayken yayımlanmasına rağmen 70 sene sonra bugünkü değerine kavuşan bu anlatı onun en önemli eseri sayılıyor. Türkçe çevirisini Suat Kemal Angı’nın yaptığı eser, çevirmenin, Andrei Codrescu ve Herta Müller’in önsözleriyle okuru karşılıyor. Bu metinler okuyucuyu Blecher’ın yaşamına biraz daha yaklaştırıp onu söz konusu anlatıya hazırlarken eseri anlamaktan ziyade hissetmenin önemine de vurgu yapıyor.

Karanlık ve Düzen

Kitabı okuma deneyiminin nesneler ve imgeler arasında bir yolculuk olduğunu belirtmiştim. Bir kamera gibi etrafı gözleyen yazar, nesnelerin ötesini görmek, gerçekliği sorgulamak, bildiklerimizin ötesine geçmek için bir rüyada gezinircesine anlatısını katmanlandırıyor. Anlatıcı gerçekte kim olduğu sorusunun cevabını ararken dünyanın kaotik yanının yitirilmesine karşı olduğunu belirtiyor. Eserin başlarında anlatıcının içinde bulunmaktan hoşlandığı ‘iki lanetli yer’ ve onların vahşi, ıssız, karanlık tanımları okuru diyonizyak bir dünyaya davet ediyor.

Nesnelerin en bilindik hallerine atfettiği ‘yaşamak alışkanlığı’ da anlatıcının hoşlanmadığı durumlardan. Metinde ilerledikçe onun gördüğü dünyada yaşamaktan duyduğu huzursuzluk daha da çok hissediliyor. Olanı olduğu gibi kabul etmek yerine nesneye duyduğu saygı ve nesnede gördüğü imge ile birlikte anlatıcı, doğaya izin vermenin büyüleyici dünyası ile okuru baş başa bırakıyor. Tam da bu noktada kendini doğadan soyutlayan insanın aksine, anlatıcının doğayla bütünleşik ve vahşi duygularının daha da ayırdına varıyoruz. Kendini hayvanların belli etkinlik hallerinde görmesi, karşısındaki doktoru bir fareye benzetmesi aslında kurulu apollonik dünyadan kaçışın derin izlerini sürdürtüyor bize. Anlatıcının içinde bulunduğu bu karmaşık dünyaya basit, ilkel ve vahşi bir seks, böylelikle cinselliğin gizemi de dahil oluyor. Bellekteki anılarında vahşi doğasının ilk keşfine karşılık babasından gelen dayak, bugün anlatıcının algıladığı, nesneler ve kurallarla örülü dünya yaşantısının doğaya izin vermemesinin ilk tezahürü gibi duruyor.

Anlatıcının içinde bulunduğu hakikat arayışı onun dünya sahnesinde sergilenen tüm olayları, törenleri, ritüelleri ve gelenekleri sorgulamasına neden oluyor. Acınası bulduğu rutinler arasında insanın varoluşundaki özgürlük ve deliliğe duyduğu özlem, sözcüklerden bağımsızlaşarak saçmalamaktan ve saçmalama özgürlüğünden duyduğu haz okura da günlük hayatını ve yaşadığı dünyayı sorgulama fırsatı veriyor. Anlatıcının varoluş hakikatinin bir ruh gibi dünyada nesneler arasında gezindiğini, onları zaman zaman canlandırdığını hissettiğiniz bu anlatıda, onun kendi yalnızlığını en mutlu hissettiği yerin bir suflör odası olması son derece inandırıcı ve tamamlayıcı geliyor.

Belirsizliğin, melankolinin ve parçalı bir anlatının hâkim olduğu bu kitapta okura da kendini sözcüklerin şiirselliğe bırakıp bu yolculuğa eşlik etmek kalıyor.