Murat Tırpan İlkokul kitaplarında “bakmak ve görmek” başlıklı bir yazı vardı, hala okutuluyor mu bilmiyorum. Görmek elbette o yazıdaki gibi her zaman kolay bir şey değildir ama bakacak şeylerimizin çoğaldığı günümüzde çok daha zorlu, emek isteyen bir iş olduğu ortada. Artık başkalarına, ötekine, doğaya ya da kendimize bakmaktan çok neredeyse bir uzvumuz haline gelmiş olan […]

Netflix Girdabı!

Murat Tırpan

İlkokul kitaplarında “bakmak ve görmek” başlıklı bir yazı vardı, hala okutuluyor mu bilmiyorum. Görmek elbette o yazıdaki gibi her zaman kolay bir şey değildir ama bakacak şeylerimizin çoğaldığı günümüzde çok daha zorlu, emek isteyen bir iş olduğu ortada. Artık başkalarına, ötekine, doğaya ya da kendimize bakmaktan çok neredeyse bir uzvumuz haline gelmiş olan bir ekrana bakmayı tercih ediyoruz. Görmekten çok, ekranda akıp giden dizilerin, filmlerin, enformasyonun akışına bakıyoruz.

Netflix geçtiğimiz günlerde yeni bir özelliği test etmeye başladı. Diyelim ki yoğun bir şekilde platformu kullanıyorsunuz ve içeriği izlediğiniz cihaza gelen mailler, sosyal ağ bildirimleri, uyarılar vb. sizi rahatsız ediyor. İş yerinde olmanız da fark etmez (!) nihayetinde dizinizi, filminizi başka bir şey tarafından bölünmeden izlemek istiyorsunuz. Günümüz insanının en temel haklarından biri de artık rahatsız edilmeme hakkı değil mi?

Netflix bu ‘sorunun’ önüne geçerek tüm gününüzü işgal etmek için yeni bir oynatıcı yazılım icat etmiş durumda. Bu oynatıcı sürekli ön planda kalıyor ve siz mesela bir maile göz atarken Netflix’i kapatmak zorunda kalmıyorsunuz. Netflix sürekli açık kalmaya çalışıyor anlayacağınız! Bu sürekli açık bir ekranın hayatımızın parçası olma durumu Macluhan’ın uzantı/organ kavramını akla getiriyor; bu konudaki birçok çalışmada belirtildiği gibi dijital araçlar, mesela akıllı telefonlar bedenimizin bir uzantısı olarak algılanabilir elbette, ama ben buna ek olarak, artık sürekli açık ekranların da bir tür uzantı olduğunu düşünüyorum.

Artık birinci ekranı aştık ikinci ekranlara ihtiyaç duyuyoruz. İnsanların hayatında sürekli olarak açık ekranlar var, cep telefonunuz, televizyonunuz, laptopunuz, tabletiniz, dijital saatiniz ya da oturduğunuz cafede ya da ulaşım aracındaki dijital ekranlar. Ekransız bir hayattan söz edilemezken artık o ekrana bakarken kullanacağımız ikinci bir ekrana ihtiyaç duymaya başladık. Second Screen (ikinci ekran) teorisi yakın zamanda ortaya atılan bir teoriydi ve geleceğin bu olgu üzerine kurulacağını öngörüyordu. İkinci ekran kısaca aynı anda farklı amaçlar için birden fazla ekranın kullanılması durumudur. Mesela televizyon izlerken, akıllı telefon, tablet, Ipad gibi cihazların kullanılması, bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Artık aynı cihazın içerisinde bir ekranın daha açıldığı iki ekranlı bir durumdan da bahsedebiliriz. Mesela bu sayede izlediğiniz filmin bir sahnesindeki kadının arabasıyla evine doğru gitmesini izlerken ikinci ekrandan kadının kullandığı arabanın markasını, giyindiği ayakkabıyı, sokakları geçerken sağda solda gördüğünüz evlerin fiyatlarını, arka planda çalan müziğin kime ait olduğunu ve daha birçok bilgiyi görebilirsiniz. Hatta çarpıcı bir örnek olarak Amazon Prime uygulaması hali hazırda bunu dizilerin, filmlerin içine monte etmiş durumda, eğer gerekli ayarı açarsanız diziyi izlerken bir yandan fonda çalan müziği, o sırada ekranda olan oyuncunun adını vs. bir akış üzerinden okuyabiliyorsunuz. Amazon bütün bu bilgileri yine kendisine ait IMDB sitesinden çekerek izleme esnasında size aktarabiliyor.

Bir yandan film izlerken bir yandan mail yazmanın, biriyle mesajlaşmanın ya da filmle ilgili bilgileri okumanın izleme eyleminin keyfini kaçırdığını düşünenlerden misiniz? Çevrenize bakın birçok insanın bunu yaptığını göreceksiniz. İçerik sağlayıcılar da artık ikinci ekrandan korkmuyor hatta hesaplarını onun varlığı üzerine kuruyorlar.

Kuşkusuz bu durum izleme eyleminin neredeyse vazgeçilmezi diyebileceğimiz özdeşleşme mekanizmasını zedeliyor. Karakterle özdeşleşmek için kendinizi hikaye akışına bırakmak yerine daha enformatik bir izleme eylemi ortaya çıkmış durumda. Geçen haftaki yazımda Netflix benzeri platformlardaki içerik bolluğunu pornografik olarak tanımlamıştım, akışın sürekliliği de buna benziyor. Bu konuyla ilgili olarak ‘bitmek bilmeyen sezonlar’ı da örnekleyebiliriz, ama o yazı haftaya kalsın. Sürekli açık olma hedefindeki bir Netflix size hayatı doldurmayı vadediyor, ne yaparsanız yapın bir yandan sürekli izleme şansınız var. Böylece hayatı ‘boş’ geçirmemiş oluyorsunuz. Minibüste giderken, yolda yürürken, yemek yaparken hatta bir yazı yazmaya çalışırken Netflix izleyebiliyorsunuz. Bu durum içeriğin kalitesini de sizin içerikle ilişkinizin kalitesini de düşürüyor elbette. Bu da ciddi bir hissizlik yaratıyor, Macluhan mitolojik hikayede Narcissus’un suda aksini görerek kendisine âşık olduğuna karşı çıkıyordu, Narcissus’a acı veren asıl şey kendi imajını tanıyamamış olmasıydı. Kullanıcılar tarafından işleyiş biçimlerine kafa yorulmadığında bütün teknolojiler duygusuzluğa/hissizliğe yol açar. Zaten Narcissus da kelime olarak Yunancada hissizlik anlamına gelen “Narcosis” (bildiğimiz narkoz) sözcüğünden türemiştir. Bu anlamda kendini gördüğü ayna, ünlü dizinin adındaki gibi artık siyah bir aynadır (Black Mirror). Narcissus hikâyesi temelde insanoğlunun, bedenin yeni uzantılarına karşı beslediği obsesif düzeydeki büyülenmeyi anlatır. Ancak bu aynı zaman ampütasyonu da beraberinde getirir; yeni bir araç hem insan bedeninin bir uzantısı olur hem de onu ampüte eder. Dolayısıyla isteyerek maruz kaldığımız bu sürekli görüntü ve enformasyon akışı gözlerimizin uzantısı olmanın yanında onu ampüte eder.

Bu anlamda sinemaya gitme eylemi hala çok önemlidir. Dijital platformları savunanların en önemli argümanı artık sinema dediğimiz şeyin özel bir mekana ait bir eylem olmaktan ziyade evimizin salonunda rahatça gerçekleştirebileceğimiz bir şeye dönüştüğüdür. Elbette teknolojik olanakların gelişmesiyle evlerimizde sinema salonuna benzer şekilde film izleme olanağımızın doğduğu ya da buna çok yaklaştığımız doğru, ancak burada vurgum sinemaya gitme eyleminin akıştan kaçarak yapılan bir ‘seçim’ olduğu üzerine. Sinema deneyimi ikinci ekrandan, durmak bilmeyen akıştan azade, bir seçim sonucu yapılan, tüm dikkat dağıtıcıların devre dışı olduğu, ritüelistik bir deneyimdir. Bu anlamda sinema filmlerinin biçim ve içerik açısından niteliği diğer her şeyden önemli hale gelir. Bir sinema filmine menüde size önerildiği ya da sıradaki video olduğu için gitmezsiniz; o hikayeyi, o yönetmenin tarzını ya da filmin bir özelliğini beğendiğiniz ve izlemek istediğiniz için gidersiniz.

Edgar Allen Poe’nun “Maelström’e İniş” isimli kısa öyküsü yaşlı bir adamın bir girdaptan kurtuluşunu anlatır. Hikayedeki adam üç yıl önce, iki kardeşiyle birlikte balıktayken Maelström girdabına yakalanmış, her şeyi yutan devasa boşluğu görmüş, orada korkuyu, anlatılmaz dehşeti ve büyülenmeyi tatmıştır. Ancak girdabın içinde kendi kayıklarından başka şeyler de vardır: Yüzyılların enkazı, parçalanmış, ufalanmış, ağır ağır dönmektedir. Zor da olsa bu yaşlı adam gibi Maelström’e çok benzeyen Netflix girdabından sıyrılmaya çalışmamız, ya da Macluhan’ın zamanında vurguladığı gibi en azından onu tanıyarak ilişki kurmamız gerekiyor.