Bir zamanlar sorunları, olayları, olguları düşüncenin imbiğinden süzer, öyle kalemi sarılırdık. İletişim hızı; bayağılığı, kibri ve sığlığı beraberinde getirdi. Düşünmeye, sağlıklı veriler toplamaya, diyalektik bir sürece izin vermiyor yaşamın akışı. Oysa doğa böylesi bir yanılgıya düşmez, kendi zamanını bulur, gereğince sürdürür ve nihayetinde sonuca varır. Kimi zaman bir sürecin sonuna geldiğinizi bile fark edemezsiniz bu hırsla kelam etme çağında. Toplumsal, siyasal olaylar dâhil, yaşamın her alanında bu salgınla mücadele ediyoruz.

Düne dek meczuplar topluluğu sayacağımız kimi cemaat ve tarikatlar, şaşırtıcı bir güvenle, yani dünyaya rezil olma kaygısının uzağından geçmeden ahkâm kesmekteler hepimize. Biri çıkıp; “Üniversiteye gideceksin de ne olacak, o diplomanın kaç paralık karşılığı var” diyor mesela. İlginç olan, bu saptamanın tamamen yanlış olmaması… Eğer bir üniversite öğretim üyesi, “Besmele morfinden daha etkilidir, kurbanlarınızı besmeleyle kesin, acı duymaz” derse, söz anlam buluyor işte. Üniversite bilim yapmıyor, tarikat liderinin oyuncağı haline dönüyor.

Silahlı kuvvetlerde memleketi korumakla yükümlü olan subayların, bir cemaat liderinin artıklarını zemzem suyu diyerek içtiği bir dönemden geçiyoruz. Eskiden gülünçtü bu haller, şimdiyse can yakar halde. Ensest tartışmasını sosyal medyadan izleyenler, bilimsel bir araştırmaya verilen yanıtlara bakınca, nasıl bir ortamda boğulduğumuzu görür. Ensest nedir, boyutları nereye uzanır sorusunu sormaktan korkar halde toplum. Diyorlar ki, “Senin ailen de bu yüzde kırk oranına dâhil mi?” Yazık ki hepimizin ailesi dâhil, çünkü akraba evlilikleri yaygın, hatta teşvik edilir halde memleketimizde. Mutlaka istismar, tecavüz olması gerekmiyor ki! Bunu bile tartışmaya yanaşmıyor insanlar. Kardeş çocuğu evliliğine ne diyeceğiz? Elbette bunu toplumsal nedenleri var ve aşmakla yükümlüyüz. Ama sorunu görmek yerine, küfürlü saldırıyı yeğliyor geniş çevre.

Kültür, sanat dünyası da bundan farklı değil. Çıtayı aşağı çekmek, sıradan dil kurmak ve ne pahasına olursa olsun popüler olmak esir almış bilimsel, sanatsal aklı. Lümpenlik, racon kesmek, kabadayılık etmek meşruiyet sağlıyor yazık ki. Oysa bir düşünürün, bilim insanın, yazarın bu seviyede davranması ayıp sayılırdı bir zamanlar. Ahmet Oktay, “Ölçüt Sorunu” derdi mesela, haklıydı. İnsanlığın geçtiği yollarda biriktirdikleriyle geldiği bir nokta vardır, siz bunu geriye döndüremezsiniz. AKP’li bir gençlik kolu başkanı istedi diye dünya düzleşmez mesela. Belki reis buyursa toplum benimser ama yine de hakikat değişmez. Tüm bunlar rastlantı değil kuşkusuz. Aydınlanma bilerek ve isteyerek, üstelik küresel mutabakatla sindirildi. Her yanda benzer çıkar çevreleri vardır ve kapitalizm bu tür büyük ortaklıkları kolayca kurar.

Kaba kavramlar üzerinden bir raya gelen kitlelere ‘yığın’ denir. Bir takım tutmak, bir müzik türüne ait hissederek kendini tarif eder kişi, birey olarak yaşamı anlamsız bulur, kendini değersiz sayar. Burada cemaat, tarikat türü örgütlenmeler yaşam alanı, kimlik, güven ve doğal olarak ideoloji sunar o insanı. Çaresiz kişi hangi sığınağa girdiğine pek bakmaz, yanındaki yılan mı çıyan mı pek ilgilenmez. Yaşamı sürdürmek için kolay kabuk değiştir, değerleri oluşmamıştır, kolay inanır, bir emirle saldırganlaşır. Bu sürüden sıyrılmak isteyen kimse, çoğu zaman en yakınlarıyla bile derin bir yabancılık yaşar. Okuryazarlık düşmanlığı buradan beslenir; cehaletin en başat önerisi, kendinden olmayanı, benzemeyeni lanetlemektir. Lâkin o yalnızlığı göze alan haklı çıkar sonunda. Diyebilirsiniz ki; Haklı çıkmak ne anlama gelir, bunca acıyla, öfkeyle, saldırıyla boğuştuktan sonra, insan bundan ne kazanır?

İnsan bu ikilemi yaşar elbet. Dilimizin gözbebeği Salâh Birsel dertlidir. “Yaşantımı bu koca kalabalık içinde, sevmediğim işlerde çalışarak ve yazık ki yazıya az zaman ayırarak geçirdim” der ‘Yaşlılık Günlüğü’nde. İçinde bulunduğu kör çekişme ortamından hayli rahatsızdır. Benzer duygulara tüm sanatçılar, bilimciler kapılır. Kolay olanı yığın hemen benimser; ünlenen şarkıcılara/şarkılara bakın, okunan kitaplara ve hatta ekranda boy gösteren diyetisyenlerin vizite ücretlerine! Bizim işimiz bu düzene çomak sokmaktır. Bu kişisel bir kavga değildir, insanlığın uzun yürüyüşüne katılma, katkı yapma arzusundan kaynaklıdır.

Tüm dünyada salgın haline gelen azgın milliyetçiliğin, din bezirgânlığının rastlantısal olarak ortaya çıkmadığını biliyoruz.

Herkes, isteyerek ya da tersi varlığına bir anlam bulmak ister. Ya sorar ya da sormadan güdüsel biçimde ister. Sorarsanız başınız belaya girer, bir kez tartışmaya koyuldunuz mu, kaçınılmaz bir biçimde sunulanın ardını görmeye çabalarsınız. İşte buna aydınlanma denir. Bir başına gerçekleşmek kuşkusuz, farklı dönemleri vardır bu bilgiye ulaşmanın, bir de bu hakikatle yüzleşmenin ardından yaşama dirençle devam edebilmek becerisi gerekir.

Gazete köşelerinde, sosyal medya mecrasında, kimi kalabalık seçkin(!) sofralarında giderek sıkıntı duymaya, yalnız olduğunu hissetmeye başlamak bundandır. Bazen ağızlardan sözler dökülür de, içinde tek bir kayda değer anlam bulunmaz.

Aristoteles’in arayışlarından, Sokrates’in sorularından, Platon’un kurmaya çalıştığı düşünse disiplininden çok geride olduğunuzu bilmezsiniz. Tarihi kendinden başlatmak gibi bir ahmaklığı kaptırır insanı bu postmodern kes yapıştır çağı. Bunun ayırdına varmak da o kadar kolay değildir. Sözgelişi tanrı fikrinin bir tarihi olduğunu bilmeyen kişi, birdenbire olduğunu sanır başına gelen her ne varsa, onun… İşte bu koşullarda aydınlanma kavgası veren kimselerin biraz daha güç dönemlerden geçeceği açıktır. Anımsatmak istedim.