“Bir çay daha vereyim mi Ferhat?”

“İşin mi var oğlum?”

“Otur, nereye gideceksin.”

Ne oturacakmışım ben burada? Kahvehanenin küf kokusu üstünüze sinmiş hepinizin. Konuşsam konuşurum da… Neyse… Asfalttan yürümedim, kaldırımdaki merdivenle çıktım bu kez yokuşu. Çocukken bilye oynadığımız basamakların dibindeki kapılara baktım. Tuzdan bozulmuş tahtalara, paslı kilitlere... Turuncuya çalan evden çıkacak ve masmavi gözleriyle bana gülecek sanki.

Yıkılmayı bekleyen evlerin, artık akmayan çeşmelerin, bir zamanlar Rum Kızı’nın Suyu’nun geçtiği dehlizlerin, kapıda tek tük oturan teyzelerin arasından yürüdüm, yürüdüm. Damlacık Deresi’nin sesi kulağımda çınladı ve o güzel insanları düşündüm! Üç kuruş için mahallesini satanları, kızlarını müteahhitlere pazarlayanları, Metin Oktay’ın evinin altını gömü var sanıp kazanları, haplanıp kancık köpek kovalayanları… Konuşsam konuşurum da… Neyse…

Gül teyze ağzındaki küçük sakızı geveledi. Basamağa kurulmuş kedi yolumdan çekildi. Yürüdüm, yürüdüm. Eşrefpaşa’da kahvenin önüne vardım, büfeden bir paket sigara aldım. Dişimle naylonu açıp sigarayı dudaklarımın arasına yerleştirdim. Durakta oturan beyaz kasketli amcadan ateş istedim. Yokuşta zorlanmaya başlayan ciğerlerime dumanı doldurup onu düşündüm. Okulu kazandığında bir hoşça kal bile dememişti. Neyime diyecekti ki? Döşemeci kalfalığından öte bir mertebemiz mi oldu sanki? Şimdi de pazarcı tezgâhında çürümek için yalvarmaktan başka… “Bizi sevenleri üzmeyelim baba.” Üzmedik de ne oldu ya, herkeste o biçim daireler, hepsinin altlarında arabalar, yanlarında kızlar… Konuşsam konuşurum da…

Tezgâhın önündeki çantaları öylesine elleyip bıraktım. Dolandırıcı Hüsamettin’e rastladım. O da adam olmuş bize hayat dersi veriyor. Mahalleyi ben mi kurtaracakmışım. Aklımı kullanmalıymışım. İmar planını görmüş o… Partide tanıdığı da varmış. Hatta Bakan’la fotoğrafı varmış Facebook’ta? Toplasan 10 hane kalmış zaten. Anamı düzgün, kaloriferli bir eve yerleştirmeliymişim. Ulan dolandırıcı Hüsam, mahalleliyi kaçırtmak için avanta aldığını bilmeyen mi var? Aman bana ne, konuşsam konuşurum da neyse…

İki tezgâh ötedeki Muzo’dan bir hıyar aldım, dişledim. Sulu sulu iyi geldi. Alışamamış Muzo, Yeşilyurt’taki daireye. Yerin altındaymış ev, babası nemden romatizma kapmış. Devlet hastanesine yakınmış en azından. İdare ediyorlarmış. Ama Damlacık başkaymış. O zaman neden gittiniz be oğlum? Onun gibi gittiniz! Beni terk ettiniz, bizi terk ettiniz. Gücünüz güçlüye yetmedi, öfkeniz faile ermedi; döndünüz birbirinizin etini parça parça ettiniz. Neyse…

Dere Sokağı’ndaki dik merdivenli yokuştan Bayramyeri’ne doğru indim. Bir dürüm çiğ köfte sardırdım. Üst geçitten geçmek zor geldi, demirin üstünden atladım. Varyantın tepesinden İzmir’e baktım. Öylece durdum. Bir uğultu duydum. Kuşlar bir arada havalandı, insanlar sağa sola kaçıştı. Camiye abdestsiz sığındım. Bir duman gördüm. Bizim sokaktan geliyordu. Koştum, koştum. Annem, geçen ay boşalan komşu evin kapı eşiğine oturmuş ağlıyordu. Beni görünce sustu. Ben de sustum. Konuşsam konuşurum da… Toz bulutu yükseliyordu. Evim yoktu. Evim tozun dumanın arasında yok olmuştu. İş makinaları hafriyatı kaldırıyordu. Bir çerçeve kaldırıma fırlamıştı, kırık camdan masmavi gözler sanki bana bakıyordu. Saat kulesinden kuşlar topluca havalandı, insanlar yıkıntılardan dağılarak uzaklaştı. Gül teyzenin, “Biz dedik ona, ‘taşın’ dedik, ah dilsiz Ferhat, bir kız yüzünden…” diye bağırmalarını duydum.

Yıkıntıların arasından kırık camı aldım. Tek hamlede yemekten başka işe yaramayan dilimi yardım. Etraftakiler bağırdı, ben sustum. Konuşsam konuşurum.