Tiyatro ve sinema yönetmeni Mike Nichols, 83 yaşında öldü. EGOT, yani Emmy, Grammy, Oscar ve Tony ödülleri sahibi pek az kişiden biriydi. Mike Nichols’ın öldüğünü duyunca içim yandı. Öyle aşkla sevdiğim yönetmenlerden değildi belki ama her alana yayılan tecrübesi, hissiyatı ve bunun sonucunda ortaya çıkan işlerini düşünüp üzüldüm. Aklımdan çıkmayan, ‘Angels In America’ gibi ki Al Pacino da bu yüzden Nichols’ı, birlikte çalışmaktan dolayı en çok sevdiği yönetmen ilan etmişti. Aynı dizide rol alan Meryl Streep ve Emma Watson da onu çok severlerdi. Zaten Nichols, oyuncularını anlayan, onlara sakin davranan, içlerindekinin en iyisini ortaya çıkaran bir ‘oyuncu yönetmeni’ olarak (da) bilinir.

Bir başka özelliğiyse, sahneyle beyazperdeyi aynı yeterlilikle kullanıp, bunlara ekranı da katmış olması. EGOT sahibi on iki kişiden biriydi: Emmy, GRAMMY, Oscar ve Tony ödülleri vardı. GRAMMY’yi ise, komedyenlik döneminde almıştı. New York’ta okulu bitirdikten sonra 1950’lerin başında Chicago’ya göçmüştü. Orada komedi grubu Compass Players’a katıldı, komedyen/aktris, sonradan senarist ve yönetmen Elaine May ile tanıştı. Birlikte dört komedi albümü kaydettiler. Aralarında 1960 tarihli ‘An Evening With Mike Nichols And Elaine May’ de vardı ve En İyi Komedi Performansı GRAMMY’sini aldı. Akla gelir mi?

Nichols’ın Elaine May ortaklığıyla Broadway’e girmesi, onu meslek hayatının bir sonraki aşamasına da taşıdı: tiyatro yönetmenliği. Önce sorunlu Neil Simon komedisi ‘Nobody Loves Me’yi aldı ve yönetmenlikle aldığı altı Tony Ödülü’nden ilkini ona kazandıran ‘Barefoot in the Park’ı yarattı. (Tony’lerinin toplam sayısı, dokuz). Romancı, biyografi yazarı Mark Harris, onda oyuncularından en iyi performansı almak ve oyun yazarlarını, hiçbir tehdit edilme ya da küçümsenme hissine kapılmadan oyunlarını yeniden yazmaya teşvik etmek için Tanrı vergisi bir yetenek vardı diyor. “Who’s Afraid of Virginia Woolf?”ta (1966), Richard Burton’la birlikte oynayan Elizabeth Taylor’dan harikulade bir performans alması da bunun örneklerinden biri. İkisi de 1963 yapımı ‘Cleopatra’ ve ‘V.I.P.s’ hezimetlerinden sonra, ne kadar iyi oyuncu olduklarını yeniden hissetmek, çifte de iyi gelmiştir mutlaka. O filmi hep Yıldız Kenter ve Müşfik Kenter’in oynadıkları aynı adlı Edward Albee oyunuyla mukayese ederdim.

Yeni oyuncular deneme konusundaki cesaretinin bir başka örneğiyse, belki de en iyi filmi olan ve yegâne Oscar ödülünü ona getiren ‘The Graduate’tir. Nichols, olgun kadın Mrs. Robinson’da benzersiz Anna Bancroft’u oynatırken, tıfıl, acemi öğrenci rolü için de, sinemada başrol oynayacak aktör tipiyle hiç çakışmayan, o sıralar pek bilinmeyen, denenmemiş Dustin Hoffman’ı seçip, ondan bir star yaratmıştı. Anne Bancroft, iki-üç yıl önce İtalya’da bir restoranda yemek yerken onu tanıyan birkaç genç adamın altın beşik yapıp “Mrs Robinson! Mrs Robinson!” çığlıklarıyla restoranda dolaştırdığını sevinçle naklediyordu. Film de, oyuncuları da unutulmamış. Hele o devrin acemi delikanlıları gözündeki değeri bambaşkaydı.

Nichols, 2012’deyse, son oyunuyla sahneye çıkan ve ‘Death of a Salesman / Satıcının Ölümü’nde düşünceli, hassas, yaşından önce yaşlanmış bir Willy Loman yaratan Philip Seymour Hoffman’ı yönetecekti.

Nichols filmlerinde, dünya haline de alaycı bir bakış atarken, sorunlu karakterlerine anlayışla yaklaşmamızı sağlardı. Neticede o karakterler de sadece yaşamaya çalışıyordu. ‘Catch-22’nin Yossarian’ı (Alan Arkin) olsun, ‘Carnal Knowledge’ ile ‘Closer’ın kafası karışık, sevgiye aç karakterleri olsun, Nichols onları ezmeyi değil, anlayışla yaklaşmayı tercih ederdi. Tabii, ‘Silkwood’, ‘Postcards from the Edge’, ‘Working Girl’ ve ‘Primary Colors’ın yılmaz kadın kahramanlarını da unutmuyoruz. Hayatı boyunca bu yeteneğe sahip oldu. HBO için ‘Angels in America’ ve ‘Wit’ gibi iki güçlü iş çıkardığında 70 yaşını geçmişti.

Sevgi ve takdirle uğurluyoruz...