‘Nick Cave and The Bad Seeds’in 1996’da çıkardığı ‘Murder Ballads’ (Cinayet Şarkıları), hepsi birer cinayet öyküsü anlatan on şarkıdan oluşur. Bu albümü kaç kere dinledim...

‘Nick Cave and The Bad Seeds’in 1996’da çıkardığı ‘Murder Ballads’ (Cinayet Şarkıları), hepsi birer cinayet öyküsü anlatan on şarkıdan oluşur. Bu albümü kaç kere dinledim bilmiyorum. Bundan aynı şarkıyı arka arkaya yüz kere dinleyen takıntılı bir karakter olduğum çıkarılmasın. (Aslında öyleyim. Ama yine de böyle düşünülmesinden hoşlanmayacağımı hissediyorum.)
Yeri gelmişken, ailemdeki müzisyenlerin gazabına uğramayı göze alarak, şunu açıkça söylemek isterim: Müziği bir yana, Nick Cave’i her şeyden önce çok iyi bir öykücü olduğu için seviyorum. ‘Murder Ballads’la kurduğum ilişkinin, iyi bir hikâye duyduğum zaman beynimin arka taraflarında bir yerde başlayan karıncalanma hissiyle kesinlikle ilgisi var.
Gariptir, hardal yiyince de aynı şey oluyor. Hazla karışık bir uyuşma hissediyorum. Hardal gibi hikâye de ne kadar keskinse, bu his o kadar belirginleşiyor. Bu albümde anlatılan öykülerse birer jilet gibi. Hepsi kesip geçiyor. Mizahi bir dille anlatılanlar bile.
Dinlemekten asla bıkmayacağım şarkılardan biri, dramatik yapısı ve sürprizleriyle insanın tüylerini ürperten ‘Song of Joy,’ yani ‘Mutluluk Şarkısı’dır. Nick Cave, daha başında, şarkının ismiyle bizi yanıltır. Kendimizi ışıltılı, pırıl pırıl bir atmosfere hazırlarız. Ama işin aslı hiç öyle değildir. Şarkı, anlatıcının bize “gözleri mücevher gibi parlayan” Joy (Neşe) adında bir kızla nasıl evlendiğini hikâye etmesiyle başlar. Başında her şey iyidir. Ama zamanla Joy kendini ağır bir melankoliye kaptırır. Evde çıt çıkmaz olur. O kadar ki, birbiri ardından doğan üç kızları bile birer fare kadar sessiz hareket ederler. Birden ortalığı bir kasvet kaplar. Bir gece ailesini evde konuk ettikleri bir yabancıyla baş başa bırakıp gitmek zorunda kalan anlatıcı, döndüğünde onların defalarca bıçaklanarak öldürülmüş olduklarını görür. Katil şair ruhlu bir adamdır. Duvara Milton’un Tanrı’nın gazabından bahsederken kullandığı bir sözü yazıp bırakmıştır: “Onun kızıl sağ eli.” “Kayıp Cennet’ten bir alıntı olduğunu söylediler,” der anlatıcımız.
Hikâye böyle akıp gider. Katil kaçmış, yakalanamamıştır. Kimbilir böyle kaç cinayet daha işlemiştir. Anlatıcımız ise kapıdan kapıya dolaşıp hikâyesini anlatmaktadır. Buraya kadar her şey yolundadır. Katilin o yabancı konuk olduğunu düşünürüz ve Joy’la çocukların talihsizliğine üzülürüz.
Fakat öykünün sonunda, anlatıcının kapısında durup hikâyesini anlattığı eve girmek konusundaki ısrarına bir anlam veremeyiz. Böylece şüphelenmeye başlarız. Öyküyü bir kez daha dinleyince anlarız ki, katil aslında anlatıcının ta kendisidir. Bilmediğini iddia ettiği, Milton’un Kayıp Cennet’inden bir alıntıyla (“Elveda, mutlu çayırlar, ki orada neşe sonsuza kadar yaşayacaktır, ve merhaba dehşet! ) anlatısını süsleyerek kendini ele vermiştir. Bunu anladıktan sonra, metni artık eskisi gibi okuyamayız. Muhteşem bir bariton olan Nick Cave’in maharetle konuşturduğu katilin “Bayım işte kapınızdayım, benim için yeriniz var mı?”, diyen sesi kulaklarımızdan gitmez bir türlü. Zaten belki de başından beri o sese kanmışızdır.
‘Song of Joy’da anlattığı bu garip hikâyeyle Nick Cave, edebiyatta ‘güvenilmez anlatıcı’ denen durumun en iyi örneklerinden birini verir. Çok sevdiğim numalardan biri olan bu duruma, genellikle birinci tekil şahıs anlatılarda rastlanır. Üçüncü tekil şahıs anlatılar, karakter ile anlatıcı arasında bir mesafeyi öngörürken, birinci tekil, yani bir diğer adıyla “‘ben’ anlatıları,” bu mesafeyi yok eder, öykünün taraflı bir şekilde tek kişinin ağzından anlatıldığı bir duruma yol açar...
Bizimle yüz yüzeymiş gibi hikâyesini anlatan bu karaktere ısınırız. Onun söylediklerini ciddiye alır, onunla beraber düşünmeye başlarız. Ona yakınlık hissetmeye başladığımız andan itibaren de, söylediklerine inanırız. Oysa, hikâye karakterlerden yalnızca birinin bilincinden süzülerek aktarıldığı için en iyi ihtimalle taraflıdır. Kötü ihtimalse, anlatıcımızın, ‘Song of Joy’da olduğu gibi, tamamen güvenilmez biri olmasıdır.
Bir edebi metin okurken, anlatıcıya güvenmemeyi ne zaman öğrendiğimi hatırlamıyorum. Belki Mark Twain’in Huckleberry Finn’i kırdı güvenimi, belki Salinger okurken Holden’a inanmakta zorlandığımı farkettim. Belki de ancak Nabokov’dan sonra, karaktere değil olsa olsa metnin kendisine güvenebileceğimizi anladım.
Zaten hangi anlatıcıya güvenebiliriz ki? Yalnızca edebiyatta değil, hayatta da böyledir bu. Hem de cenneti kaybettiğimizden beri.