NO filmini yaratan reklamcılardan biri, Francisco Garcia Ferrada Türkiye’ye geldi, davet edenler de CHP Gençlik Kolları… Söz konusu toplantıda yoktum; bu nedenle tam olarak neler konuşulduğunu söyleyemeyeceğim. Gazetelerden izlediğim kadarıyla, pek kayda değer bir şey söylediğini göremedim. Yine de gelişinin, filmin gündeme gelmesi açısından yararlı olduğunu düşünüyorum.

Yararlı, çünkü filmin önemli bir yanı var. 1988 yılında Şili’de Pinotchet’nin görev süresini uzatmaya yönelik referandumda muhaliflerin yürüttüğü “hayır” kampanyasını konu alan NO filmini seyrettiğimde çok beğenmiştim. Kuşkusuz beğenenler gibi beğenmeyenler ya da eksik bulanlar olmuştur. Ancak, adı üstünde, “film” olduğu için tarihsel gerçekle kurguyu bir araya getiriyordu, bu nedenle, o gün, o ülkede yaşananları tüm yanlarıyla yansıtması beklenemezdi. Buna karşın, ilginç ve ders çıkarılacak bir yanı vardı ki, bugün Türkiye açısından önemli olan da burası.

Bu nedenle, geçen bahar aylarında İbrahim Kaboğlu’nun başkanlık ettiği ve bir çok kuruluşun katıldığı anayasa değişiklikleriyle ilgili toplantılar başlayınca, ilk aklıma gelen bu film oldu. Sanırım, bu ve benzeri toplantılarda NO filminden ilk söz eden de ben oldum.

Neden derseniz, anayasa değişiklikleri gündeme geldiğinden itibaren daha iyi bir anayasanın nasıl olacağını tartışmak yerine, karşımıza gelmesi çok muhtemel referanduma karşı hazırlanmaya öncelik vermeyi düşünüyordum. İlk toplantıda da hem bu düşüncemi söylemiş hem de bu konuda NO filminde benimsenen yaklaşımın önemsenmesi gerektiğini dile getirmiştim. Demokrasi İçin Birlik’in düzenlediği toplantılarda ve BirGün’deki yazılarda da benzer görüşleri dile getirmeye çalıştım.

Neydi filmin benimsediği mesaj, izlediği yöntem? Buna, kısaca, diktatörlük rejimiyle ilgili bir referandumda “hayır” demeyi olumlu, umut ve heyecan uyandıran bir söylem ve çerçeveye oturtmasıydı diyebilirim. Getirilmek istenilen değişikliğe “hayır” denmesini istiyordu ama bunu endişe ve korkular üzerinden değil, toplumun ihtiyaçları ve önceliklerine dayanarak, endişe ve korku yerine umudu ve güzel bir gelecek hayalini öne çıkararak yapıyordu.

Kuşkusuz burada reklamın gücünden söz etmek de, başarılı olmasının, yalnız bu reklama değil, o topluma dayanan nedenleri olduğunu söylemek de mümkün. Yine de, bugün bizim için reklamın dayandığı mantık önemli.

Ülkemizdeki anayasa değişikliklerinin anlamı ortada: Yürütme yetkisi sınırsız, buna karşın TBMM’inin denetleme yetkisi yok. Cumhurbaşkanının yasama organı üzerinde vesayeti büyük. Bu vesayetin, bir yanda cumhurbaşkanlığı kararnameleri, öte yanda güçlendirilmiş veto yetkisi, daha ötede Meclis’i tek başına fesih yetkisi gibi birçok ayağı var. Yargı vesayet altında. Hem Hakimler ve Savcılar Kurulu hem Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçiminde cumhurbaşkanı, neredeyse, tek seçici konumunda.

Kısacası, vesayetin sone erdirilmesinden söz edenler, şimdi tek adamın vesayetini getirmekteler!

Bu gerçekler ortadayken, erkler ayrılığı kalmadığını söyleyenlere karşı, “anayasada yürütme de, yasama da, yargı da var, hepsi yerine duruyor” gibi öyle laflar ediliyor ki, “ne yani; bunların ismen bile telaffuz edilmediği bir sistem mi düünmektesiniz!” demekten başka bir şey bulamıyorsunuz.

Demek istediğim önümüze konulan tablo yeterince ürkütücü ve gerideki 15 yılın adım adım bizi nereye getirdiği düşünülürse, bu değişikliklerin daha da umutsuz bir geleceği işaret ettiği ortada.

Buna karşın, Başbakan, “Neler kaybedeceğimizi değil, evet ile ülkenin neler kazanacağını anlatacağız.. Biz umutlarımızı, hayırcılar da endişelerini anlatacak, vatandaş da karar verecek” diyebilmekte. Yani, “evet” diyenler umuda, “hayır” diyenler endişeye dayanacaklarmış!

Bu nedenle, “hayır” diyenlerin asıl meselesi bu beklentiyi tersine döndürmek ve “Hayır” kampanyasını endişeye değil, “umuda” dayandırabilmek...

Bunun için, tek adam sisteminin neden tehlikeli olduğunu anlatır ve gösterirken, bununla yetinmeyip, arkasından parlamenter sistemin neden daha umut verici olacağını göstermek ve anlatmak gerek ama bunun nasıl yapılacağı da önemli.

Örneğin, önemli bir mesele, toplumun üreten ama sesini duyuramayan, seçen ama seçilmeyen kesimlerine uzanabilmek, onlarla bütünleşip, onlarda heyecan ve umut yaratabilmek...

Örneğin, neden “hayır denilmesi gerektiğini, portakal bahçesinden otomobil fabrikasına, köşedeki bakkala uzanan mekanlarda, ATM’deki tezgahtardan oteldeki hizmetliye, ayakkabı tamircisine uzanan insanlarla, onların beklentileri ve umutlarına odaklanarak anlatabilmek...

Örneğin umutlu bir geleceğin, tek adam yönetiminde değil, çok sesli bir toplum ve denetlenebilir bir sistemde gerçekleşeceği düşüncesinin onlarda karşılık bulmasını sağlayabilmek...

Bunun da, akademik konuşmalarla değil, onlara, onların ihtiyaç ve umutlarına dayanarak yapılacağı ortada.

Bu nedenle, CHP’nin kendini öne çıkarmadan ama imkanlarını seferber ederek, umutları yeni yüzler ve kesimler üzerinden anlatan büyük ve etkili bir kampanyayı örgütlemesine ihtiyaç olduğunu söylemek kaçınılmaz. Bir başka deyişle, CHP’nin bugüne kadar sürdürdüğü siyasetin dışına çıkması ve kampanyada toplumu ana aktör konumuna getirmesi gerekiyor ki, NO filmi bunun için önemli!

Sonuç olarak, Ferrada’nın ne söylediği bir yana, asıl odak noktasının toplum ve umut olacağı, demokrasinin önemi ve anlamının toplum ve beklentileri üzerinden anlatılacağı bir “hayır” kampanyası için NO filmi çok şey söylemekte. Bunun görülmesinde de büyük fayda var.