Nobel hastalığı

Güvenilir bilgiye erişmek için uzmanların ortak kanaatlerine itibar etmek en doğrusudur. Hayatını belli bir alanın inceliklerini anlamaya vakfetmiş araştırmacıların, karşılıklı eleştirilerle geliştirdikleri fikirlerine güveniriz.

Bununla beraber, uzmanlara sadece ünvanları sebebiyle saygı duymak, sözlerinin sorgulanmaması gerektiğini iddia etmek “bir bilen safsatası” olarak anılır. Oysa ki uzmanlar da yanılabilir, hatta bazen bilerek yanıltabilirler. Gerçek uzmanlar, iddialarını deney ve gözlem verileriyle destekleyebilmelidirler.
Bazen bir uzmanın delile dayanmayan fikirlere saplandığı ve bunları geçmişte kazandığı otoriteyi kullanarak savunduğu görülür. En parlak zihinler, Nobel ödüllü bilimciler bile bu hatadan kaçınamayabilirler. Başlıktaki “Nobel hastalığı” ifadesi gerçek bir hastalığı değil, mesleğinin zirvesine çıktıktan sonra uzmanlığının dışında kalan, hatta bilimsel gerçeklere uymayan fikirleri savunma halini anlatıyor. Elbette Nobel ödüllülerin hepsinde değil, sadece küçük bir kısmında görülen bir sorun bu.

Çift Nobelli ünlü kimyacı Linus Pauling (Kimya 1954, Barış 1962) birçok önemli başarısının ardından, yüksek dozlarda vitamin almanın kanseri, hatta AIDS’i önleyebileceğine, ömrü uzatacağına iman etti. Uzun yıllar bu önyargısını doğrulamaya çalıştı, ama bilim dünyasını ikna edemedi. Yeni çalışmalar yüksek dozda vitaminin yararı olmadığını, hatta aşırıya kaçıldığında kanserojen olabildiğini gösterse de, yıllık 37 milyar dolarlık vitamin endüstrisi ve sahte tedavi pazarlamacıları Pauling’i şahit göstermekten vazgeçmiyorlar.

HIV’in kaşiflerinden olan Luc Montagnier (2008 Fizyoloji-Tıp), 2010’da radyo dalgalarıyla DNA’yı saf suya aktarabildiğini, suyun “hafızası” olduğunu ileri sürdü. Bununla bir sahte bilim olan homeopatiye destek sağlamaya çalışıyordu, ama Montagnier’nin iddiaları doğrulanamadı. Bilimsel dergilerin hakemleri, Nobel ödülü hatırına ona iltimas yapmadılar. Çalışmasını editörlüğünü şahsen yaptığı bir dergide yayınlayabildi sadece. Görünüşe göre Montagnier, inancını destekleme arzusuyla işinde aceleci davranmış, kullandığı PCR yönteminde şart olan kontrol numunesini ihmal etmişti. Saf zannettiği suda DNA bulaşması mevcuttu muhtemelen.

PCR deyince, biyoloji laboratuarlarının vazgeçilmezi olan bu yöntemi icat ederek 1993’de Nobel alan Kary Mullis geliyor akla. Mullis astrolojiyi kabul ederken, iklim değişikliğini inkar ediyor, AIDS’in HIV ile bulaştığını reddediyor, bunların bilimcilerin fon bulma amacıyla hazırladıkları bir komplo olduğunu savunuyordu.

Nanoteknolojinin babalarından sayılan Richard Smalley (Kimya 1996) yaratılışa inanıyordu: “Evrime ölüm darbesi indirilmiştir. ‘Hayatın Kökleri’ni okuyunca, fizik ve kimya konusundaki temel bilgimle, evrimin mümkün olamayacağını gördüm” diyordu.

Fizikçiler de masum değil. Lord Rayleigh (1904), telepati, ruh çağırma, parapsikoloji gibi tuhaflıklarla ilgilenen Britanya Psişik Araştırma Derneği’nin başkanlığını yapmıştı. J. J. Thomson (1906) da bu derneğin üyesiydi. Philipp Lenard (1905) “Ari Fizik” denen, görelilik ve kuantum teorilerini reddeden Nazi çılgınlığının öncüsüydü. William Shockley (1956) siyahların genetik olarak zekalarının düşük olduğuna inanıyordu. Brian Josephson (1973) parapsikolojiye kuantum mistisizmiyle kılıflar uydurmakla meşgul.

Görüldüğü gibi, bilimde zirveye çıkan insanlar bile bilim dışı yanılgılara düşebiliyorlar. Peki kime güveneceğiz? Verilere ve bu verilere dayanan uzman görüş birliğine (olabildiği kadar). Alanın dışındaysak verileri doğrudan değerlendirmek güç olabilir; bu durumda uzmanların çoğunluğunun görüşüne güvenmemiz genellikle daha doğru olur.

Kaynak:

https://yalansavar.org/2013/03/11/c-vitamini-mucize-mi-yoksa-safsata-mi/

https://yalansavar.org/tag/nobel-hastaligi/

https://rationalwiki.org/wiki/Nobel_disease