Nobel ödülü, verilmeye başlandığı 1901’den 2011 yılına kadar 23 kurum ve 853 kişiye verilmiş: ABD, 334...

Nobel ödülü, verilmeye başlandığı 1901’den 2011 yılına kadar 23 kurum ve 853 kişiye verilmiş: ABD, 334, İngiltere 117, Almanya 102 Nobel ödülüyle açık ara önde. Fransa 65, SSCB dönemi dahil Rusya 37,  İsveç 30, İsviçre 26 ödülle bu üç ülkeyi takip ediyor. Wikipedia (http://en.wikipedia.org

/wiki/List_of_Nobel_laureates_by_country),Türkiye’nin de içinde bulunduğu Müslüman ülkelerin aldığı toplam Nobel ödülü sayısını 12 olarak gösteriyor. 1999’da kimya ödülünü alan üç bilim insanından biri olan Mısır doğumlu Ahmed Zewail ABD vatandaşı, Pakistan listesine kayıtlı 1926 Lahor doğumlu ve 1979 fizik ödülü sahibi Abdus Salam ise 1964'den beri İtalya’da Uluslararası Kuramsal Fizik Merkezi yöneticisi. 1952'de doktora için Avrupa’ya (Cambridge-İngiltere) gitmiş ve orada kalmış. Geriye kalan 10 Nobel’in 3’ü edebiyata, 7’si barışa verilmiş.
Geçen hafta açıklanan beş daldaki ödüllerin tümü yine Batı’ya gitti. ABD’ye 3, İngiltere’ye 2, Japonya’ya 1, ödül daha ekleyeceğiz. 23 kurumsal ödül Avrupa Birliği ile 24’e çıkarken Çin 9. Ödülünü aldı.


Edebiyat, iktisat ve barış Nobelleri haklı olarak tartışma konusu olmaktan kurtulamıyor. 1969’dan beri verilen iktisat Nobelleri kapitalizmin yeniden üretimine hizmet eden liberal ekonomistlere veriliyor. İktisat ödülleriyle kapitalizm ödüllendirilirken Aleksandr Soljenitsin gibi sosyalizm karşıtı sosyalist ülke (SSCB) vatandaşı yazarlara verilen edebiyat ödülleriyle de sosyalizmin cezalandırılması amaçlandı. 1983’te barış ödülünün Polonyalı sendikacı Lech Walesa’ya verilmesi de aynı amaca hizmet ediyordu. Walesa’ya Nobel Barış Ödülü’nün kendisi gibi Polonyalı olan Papa Jean Paul’un girişimiyle verildiği bilinir. Walesa, Polonya’nın Varşova bloğundan ayrılmasını sağlayan figür olarak büyüdü ve daha sonra Polonya cumhurbaşkanı oldu.


Fizik, kimya ve tıp Nobelleri, bilim çevrelerinde, bazı ödüllerin isabetsizliğinden söz edilse de genel kabul görür. Ölçülebilir sonuçları nedeniyle fen bilimleri ödüllerini bizim gibi sıradan insanlar da değerli bulur. Barış ve edebiyat sübjektif değerlendirmeye son derece açık ve ödülü verenler de bu açığı kullanıyorlar. 2012 Edebiyat ve Barış Nobel’inin tartışma konusu olmasını, jürinin kapitalizmi koruma içgüdüsüyle hareket etmesine bağlayabiliriz.
Neyse, Nobel sonuçta bildiğimiz en saygın ve kelle avcılarını (ispiyoncu) saymazsak alanı ihya eden bir ödül. Fen bilimleri alanında ödüle değer bulunan çalışmalar, aynı zamanda bir lisans olması bakımından bedeli tarafımızdan ödenen ekonomik bir değere sahip. Akıllı telefonlardan tıbbi cihazlara, havacılıktan gıda üretimine kadar her alanda lisans sahibinin diğerlerine üstünlük sağlamasına yarıyor. Diğerleri dediğimiz de bizim gibi ilime bilim denen ülkeler. Bu dünyada çekeceği cefayı öbür dünyada sefa olarak tahsil edeceğini sananlar; yani çocuklarına okullarında bilim yerine din öğretenler.
Nobel’in saygın (sayğın; AKP için kullanışlı demek)bir ödül olduğunu  AKP’li politikacılar da fark etmiş gibi; fakat bu kafayla erişemeyeceklerinden de eminler. Ki ithal etmeye karar vermişler. Aynen ödüllü sporcu getirip T.C. kimliği ile övündükleri gibi Nobel Ödül’ü almış şahsiyetlere T.C. kimliği verilmeye başlandı. Bu konudaki ilk adımı Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu attı ve geçenlerde 2011 barış ödülü sahibi Yemenli Tevekkül Karman’a vatandaşlık belgesi verdi. Kadın da Davutoğlu’nun meramını anlamış ki törende yaptığı konuşmada “Türk vatandaşlığı benim için Nobel’den kıymetli” demiş. Artık Orhan Pamuk tek değil.

***

AB İlerleme Raporu’nda eğitim


Avrupa Birliği ilerleme raporları, üyelik başvurusunda bulunan Türkiye’nin Avrupa standartlarına uyan uymayan yönlerini ortaya koyuyor. Üye olmak istiyorsan şunları bunları yapmalısın diyor, bunun için yüklüce miktarda para da veriyor; elbette o da kriterlerin ne ölçüde gerçekleştiğini sorgulayacak. Türkiye AB ilişkileri, taraf da olsak karşı da çıksak sonuçta yaşadığımız ülkenin tanzimine yönelik politikaları nedeniyle hepimizi ilgilendiriyor.
Hükümet partisinin tepkisine bakılırsa, raporda Türkiye sert ifadelerle eleştirmiş gibi gözüküyor. Oysa değil, Türk politikacıların öfkesi raporun içeriğinden kaynaklanmıyor. Bana kalırsa AB’nin pasif duruşundan cesaret alarak suyun üstüne çıkmaya çalışıyorlar. Örneğin raporun eğitim bölümü; 2012 İlerleme Raporu’nda, 2011’dekinden daha yumuşak ifadeler kullanılmış. Son bir yılda bir önceki raporda eleştiri konusu olan unsurlarda iyileşme olmadığı gibi çok daha berbat gelişmeler yaşandı. Zorunlu din dersinin yanına Kuran Hıfzı ve Peygamberin Hayatı dersleri eklendi; AB hâlâ zorunlu din dersleri konusunda AİHM kararlarının uygulanmadığını tekrar edip duruyor.
AB İlerleme Raporu’nun 4+4+4’e ilişkin hiçbir eleştirisi de söz konusu değil. AB, bu düzenlemeyi uyumsuzluk olarak görmemiş. Bu konuda söyledikleri şu: “Türk Eğitim Kanununda, zorunlu eğitim süresini 8 yıldan 12 yıla çıkaran ve okullar için yeni bir yaklaşım getiren (8+4 yerine 4+4+4) değişiklik, Nisan 2012’de yürürlüğe girmiştir. Kanun, farklı okul türleri, örneğin ortaokullarda, genel ve mesleki okullar (imam hatip okullarının orta kısımları) arasında seçim yapma esnekliğini de içerecek şekilde mevcut eğitim sistemine bazı değişiklikler getirmiştir. Böylece çocukların 14 yerine 10 yaşında dini eğitim almaya başlayacak olmasıyla birlikte, yeni mevzuatın sunulma yöntemi Türkiye’de tartışmalara yol açmıştır.”


Kültürel ifadelerin çeşitliliğinin korunması ve desteklenmesi konusunda geçen yılki bölüm olduğu gibi kopyalanmış. Değişmeyen eleştiri şu: “Türkiye, Kültürel İfadelerin Çeşitliliğinin Korunması ve Desteklenmesine ilişkin UNESCO Sözleşmesini henüz onaylamamıştır”. Türkiye, farklı dinlere mensup azınlıkların vatandaş olarak yaşayabileceği ülke olmaktan çıktı fakat hâlâ ulusal ve kültürel taleplerini dillendiren birçok Müslüman etnik grup varlığını koruma mücadelesi veriyor. Çingeneler, Aleviler, Kürtler, Araplar ve diğer azınlıklar Türk - İslam kültürünü bozabilecek unsurlar olmaktan çıkartıldığında Türkiye, Kültürel İfadelerin Çeşitliliğinin Korunması ve Desteklenmesine ilişkin UNESCO Sözleşmesini elbette imzalayacaktır. Dediğim gibi raporda ben AB’nin hükümete desteğini görüyorum. Hükümet üyeleri niçin celalleniyorlar ki…

***
Okullara karşı eylem
Okullar eylem alanı olmalı, ama böyle değil. Okullar, eylem sözcüğüne bizim anladığımız biçimde anlamını veren mekânlardır. Okul, öğrencisiyle, öğretmeniyle, memuruyla katıksız küçük bir modeli olduğu toplumun sorunlarını fark eden ve ona ilk tepkiyi veren kurumlardır. Her eylemci, ilk eylemine mutlaka önce okulda başlamıştır. Biz, kaloriferlerin zamanında yanmamasını, kurtlanmış mercimekten çorba yapılmasını, kokmuş Et Balık Kurumu etlerinin yemeğe katılmasını boykot ederken öğrenmiştik eylem yapmayı ve bunun bir düzen sorunu olduğunu.
Ne oldu da eylem öğrencileri, öğretmenleri, okulun diğer çalışanlarını ve mekânı hedef alır oldu. Neden tersine döndü; dışarıya karşı eylemin örgütlendiği okul, dışarıda örgütlenmiş eylemin hedefi oldu. Anlaşılmaz bir terslik var ortada. Anadilinde eğitim yapılmıyor diye mi? Öyleyse özerk yönetilmiyor diye Diyarbakır’ı da yakalım! Ne kadar saçma değil mi?