CHP'ye, gelecek seçimlere, siyasal İslam’ın dayattığı koşullarda gitmeyi kabul etmemesi yolunda baskı yapılması konusunda, en önemli görev, hatta sorumluluk, bugün öncelikle sosyalist hareketin büyük gruplarına düşüyor. Bunun olanakları da birlikte davranabilme paradigmasının kurulabilmesine bağlı

‘Non Pasaran!’

Ergin Yıldızoğlu - Gazeteci-Yazar

İspanya’da faşizme karşı savaşa atıfla “Non pasaran” (geçemeyecekler) demek istiyorum ama geçtiler. 2007 seçimlerinde, 2010 referandumunda geçtiler. “Gezi Olayı”na, ülke çapında 11 milyon katılımcısına karşın geçtiler. Haziran seçimlerinden sonra, patlayan kanlı ortamda, kasım seçimlerinde geçtiler. 15 Temmuz “şeyiyle”, OHAL altında yapılan referandumda geçtiler. Ancak bu ilerleyişleri giderek yavaşlamaya başladı. Şimdi bu ilerleyiş, enerjisini tamamen yitirmeden, son mevzileri de ele geçirme telaşındadır. AKP’de temsil edilen siyasal İslam’ın “pasif devrim” süreci, şimdi en tehlikeli aşamasına girmiştir.

Bu aşamada, siyasal İslam’ın “pasif devrimi” tamamlama sürecine direnmek, dinci totaliter rejim projesinin tamamlanmasını engellemek isteyenler için siyaset, bir yaşamsal direniş, Gramsci’nin kavramlarıyla bir mevzi savaşı, kendi tarihimizin burjuva devrimi sürecinde, Cumhuriyet’in kurucularının diliyle, “sathı müdafaa” aşamasındadır. Artık “Non pasaran” sloganını değil “Madrid sera la tumba del fascismo” (Madrid faşizme mezar olacaktır) sloganını düşünmek gerekiyor!

Bir totaliter rejim projesinin tamamlanma aşamasından, son mevzilerden söz ediyorsak, direnişi düşünmeye, durumun içindeki güçlerin saldırı, direnme kapasitelerini, bu kapasitelere enerjisin veren söylemleri, ideolojileri, direnişin etkisini kıran, taleplerinin duyulmasını önleyen “algısal kilitleri” değerlendirerek başlamamız gerekiyor.

Siyasal İslam’ın durumu
Kısaca vurgularsam: Türkiye’de bugün iktidarda olan siyasal İslam’ın (Sİ) AKP’de temsil edilen egemen sınıfı (dinci entelijensiya) 2000’lerde başlattığı “pasif devrim” sürecinde, başlangıçta “kandırdığı”(?!) güçlerin desteğini giderek kaybetti. Kaybettikçe de toplumda rıza alma kapasitesi zayıfladı. Zayıfladıkça da şiddetin dozu giderek arttı. Nihayet Sİ’nin rıza alma kapasitesinin sınırları, Gezi olayı, haziran seçimleri, Anayasa referandumu gibi eşiklerde kesin ve aşılamaz çizgilerle belirlendi. Sİ, bunca yıllık iktidarının topluma dayattığı dönüşümlere, dindarlığı bir kimlik sorununa dönüştürmesine karşın (belki de tam da bu yüzden), seçmenin yarısından fazlasının, nüfusun çoğunluğunun rızasını almayı başaramadı. Sİ, artık olağan koşullarda seçimleri kazanamayacağını anladı. Rıza alma kapasitesini genişletememe sorunu da giderek, alınmış rızayı koruma sorununa dönüşmeye başladı.

Sİ’nin egemen sınıfı, şimdi kendi tabanından (rıza aldığı kesimi) kaybetmeye başlama riskiyle yüz yüzedir. Diğer taraftan, dindarlığı bir kimlik haline getirmiş olmanın olanaklarından yararlanmaya devam etmekle birlikte, alınmış rızayı koruyan maddi kaynakları hızla tükeniyor, Sİ içindeki sınıf farklılıkları (yolsuzluklar), yönetim beceriksizlikleri daha bir görünür olmaya başlıyor. İktidar söylemini, şoven milliyetçilikle, Kemalizm’le takviye çabası, söyleminin istikrarını bozuyor.

non-pasaran-413879-1.Bu noktada Sİ tarafında, direnişe ve mevzi savaşına alan olabilecek üç konsolidasyon atılımı saptayabiliriz. Birincisi, AKP, gelecek seçimleri çaldığında, fazla zorlanmamış olmak için, OHAL ve YSK vesayetine ek yasal kurumsal adımlar atıyor. İkincisi, 696 sayılı KHK ile elindeki şiddet araçlarını, sivil milisleri ve savaş şirketlerini kapsayabilecek biçimde genişletiyor; toplumsal hoşnutsuzluğun, direniş refleksinin her türlü dışavurumunu, “kamu düzenini bozma” kapsamı altına alarak suça dönüştürüyor. Üçüncüsü, “pasif devrimi” ve totaliter devlet kurma sürecini dayandırdığı “hakikat rejimini”, beden (özellikle kadın ve çocuk bedenleri), zaman ve mekân denetleme çabalarını, Diyanet’in muazzam kaynakları, hızla genişlemekte olan kadroları eliyle günlük yaşamın kılcal damarlarına kadar girerek, bir kimlik inşa süreci, “ruh mühendisliği” projesi olarak hızlandırıyor. Bu sırada konuşulabilir olanın sınırları, FETÖ ve terörizm kavramlarıyla, devlet büyüklerine, Türk halkına, dini değerlere hakaret suçlarıyla sistemli biçimde daraltılıyor.

Tüm bunlara ek olarak siyasal İslam yoluna, gerek önceki haziran seçimlerinden, gerek referandum sonuçlarından ve sonraki Adalet Yürüyüşü pratiğinden, kadın ve çocuk üzerindeki dozu gittikçe artan cinsel şiddetin cevapsız ve cezasız kalmasından hareketle, muhalefetin saflarının dağınık, dikkatinin, enerjisinin ve iradesinin çok zayıf olduğunu görmüş olmanın rahatlığıyla devam ediyor.

Muhalefetin durumu
Açıkça ve yılgınlığa kapılmadan saptamak gerekir ki, muhalefet ve “direniş”, hatta “Hayır cephesi” diye tanımlanan o şekilsiz şey, yukarda tanımladığım üç “mevzi savaşı” alanında, ‘Gezi Olayı’ndan bu yana sürekli geriliyor. Bu gerileme mutlaka (!!!) durdurulmalı, mevzi kaybı eğilimi geriye çevrilmelidir.

Ne yazık ki muhalefetin durumu, 80 yıl önce tam da benzer bir konjonktürde, yapılmış “Ahlaksızların kötülükleri, erdemlilerin zayıflıklarıyla beslendi. Onlar, günü gününe yaşadılar. Ve bir seçimden ötekine... Yakında iyi niyetli toplantıların zayıf sloganları da artık yankılanmayacak, verdikleri oylar artık sayılmayacak. Felaket gelişmeye devam ediyor” (Churchill) saptamasını anımsatıyor.

Kabaca düşünürsek, muhalefet kümesinin dört alt kümeden oluştuğunu söyleyebiliriz.

Birinci kümenin etkin aktörü, genel olarak kapitalist demokrasi ilkelerine sadık olma iddiasındaki CHP’dir. Bu kolaylıkla yapılabilen ama biraz dikkatle bakınca berraklığını kaybetmeye başlayan bir saptamadır. Berraklığın kaybolmakta olmasının kökünde, ABC gazetesinde, İbrahim Kaya’nın bir saptamasını ödünç alırsam “partinin kendi tarihsel aktörlüğünü”... “politik, kültürel ve ekonomik modernleşmelerin mimarı olarak, cumhuriyeti inşa etmek, endüstriyel atılımları gerçekleştirmek, laik sistemi kurumsallaştırmak ve sonuç olarak ‘modern toplumu’ inşa etmek gibi kurucu rolünü, konuşmaması, neredeyse bu rolünden ‘utanması’” yatıyor.

CHP liderliğinin, artık toplumun çoğunluğunu oluşturduğu belli olan muhalefeti birleştirmeye, direnicini konsolide etmeye çalışmak yerine, sürekli Sİ’nin tabanında kabul görmeye çalışması, bir taraftan hep dinci kimliğe çarparak tükeniyor; diğer taraftan, CHP’nin Sİ’nin hegemonyasının çekim gücüne kapıldığını gösteriyor. CHP liderliğinin bu çabaları, hiçbir dönemeçte sonuç vermiyor; ancak liderlik bu çabalardan da vazgeçmiyor. Bu bağlamda, muhalefetin, CHP liderliğini tutsak almış, ancak kırılması gereken güçlü “algısal kilitlerle” karşı karşıya olduğu anlaşılıyor. CHP’nin siyasi yelpazedeki sosyal demokrat merkez sol konum da kesinliğini kaybediyor. CHP merkez sağ Parti özellikleri sergilemeye başlıyor. Burada da, muhalefet kümesinin içinde, CHP’nin geleneksel konumuna dönmesine yardımcı olacak bir basıncın üretilmesinin gerekli olduğu, bu işin de esas olarak üçüncü alt kümedeki sosyalistlere düştüğü anlaşılıyor.

İkinci alt kümede Kürt halkının haklar ve özgürlükler taleplerinin ifadesi olarak HDP var. Ne yazık ki bu alanda, bu yazıda kapsamlı ve tatmin edici saptamalar yapmak olanaklı değil. Yine de kısaca, HDP’nin de, yukarda aktardığım 1938 yılına ait alıntıdaki sorunları yaşamış, gelinen noktada Demirtaş gibi başarılı, daha da önemlisi, Sİ’nin hegemonyasını tehdit edecek düzeyde birleştirici bir liderini kaybetmeyi kabullenmiş, Kürt hareketinin silahlı kesimiyle ilişkilerini kendi, parlamenter demokratik koşullarına uygun biçimde düzenleyememiş olmaktan dolayı zayıflamakta, mevzi kaybetmekte, adeta bir kriz içinde olduğunu söyleyebiliriz.

Üçüncü, alt küme, kapitalizmin ufkunun ötesine geçme fikrine (komünist hipoteze) sadık olduğunu iddia eden akımlardan oluşuyor. İlk bakışta bu akımların “yaklaşan felaketin” boyutları, zamanın hızla tükenmekte olduğu, acilen davranmak gerektiği konusunda hem fikir oldukları, bir birlikte mücadele paradigmasını benimsemek istedikleri görülüyor.

Ancak, AKP’nin ve Sİ’nin projesinin özellikleri belirginleştiğinden bu yana, ne genel seçimlerde, ne ‘Gezi Olayı’ gibi özgün durumlarda (ne kadar başarılı ve etkili olduğu tartışılır bir Haziran Hareketi dışında) bir birlik inisiyatifi ortaya koyamadığı görülüyor. Bu başarısızlığın nedenlerini de bu yazıda kapsamlı bir biçimde tartışmak olanaklı değil. Ancak yine de ortaya kimi düşünceler atılabilir.

Cesaretle söylemek gerekir ki ilk ve önemli neden “ilkellik döneminin” bir türlü aşılamamış olmasıdır. Birbiri ardına gelen askeri darbelerin, oligarşik devletin provokasyon ve manipülasyonlarının, hatta uluslararası kamplaşmaların etkilerinin yanı sıra, gerçekten iktidar aday olabileceğine ilişkin bir güvensizlik, gerçek bir siyasi çalışmanın, dolayısıyla ilkelliği aşmaya yönelik olgunluğun, özverili girişimlerin ortaya çıkmasını engellemiştir.
Bugünün acil sorunlar açısından, bu durumu (yapısal belirleyicilerini düşünerek) çözmeye kalkışmak yerine veri olarak almak gerekiyor. Dolayısıyla sorun da, ilkelliği aşmak olarak değil, birlikte davranma paradigması olarak şekilleniyor.

Ben, bu birlikte davranma sorununun aşılmasının, iki sorunun cevabını bulunmasına bağlı olduğunu düşünüyorum. Birlikteliği yaşatacak ortak söylem nasıl kurulabilir? Birlikte davranmaya en uygun kurumsal çerçeve ve organlar nelerdir?

Haziran Hareketi’nin deneyiminden hareketle, bu soruların cevaplarının şu kaygıları tatmin etmesi gerektiğin düşünüyorum: Az sayıda, açıkça tanımlanmış hedefler üzerinde anlaşmak. Bir düzeyde, örgütlü yapılara öncelik veren, ancak bağımsız bireyleri de susturmayan bir çoğulculuk içinde bir kez karar aldıktan sonra eşgüdümü, tartışma (örgütlenme) zeminini bastırmadan, esas olarak bir “kampanya örgütü” biçiminde ve rahatlığıyla çalışmak. Bir başka düzeyde, Sİ’nin hazırlıkları karşısında korunmanın araçlarını geliştirmek. Kürt hareketi ile ilişkilerin düzenlenme biçimi üzerinde anlaşmak. Dördüncü kümede yer ald��ğını düşündüğüm, sendikaların, kadın örgütlerinin, LGBT gruplarının, çevreci grupların etkinliklerini, mevzi savaşının özgün mevzileri olarak algılayarak, özgünlüklerini unutmadan, sınırlamaya kalkmadan desteklemek, ve desteklerini almak, birlik paradigmasına dahil etmek.

Bu durumda, genel muhalefet kümesinde, hem birlikte davranma koşullarının yaratılması, mevzilerin korunması, hem de CHP’ye kimliğini belirginleştirmesi, gelecek seçimlere Sİ’nin dayattığı koşullarda gitmeyi kabul etmemesi yolunda baskı yapılması konusunda, en önemli görev, hatta sorumluluk, bugün öncelikle sosyalist hareketin büyük gruplarına düşüyor. Bunun olanakları da birlikte davranabilme paradigmasının kurulabilmesine... Yaşasın eşitlik, özgürlük, kardeşlik!