Son zamanlarda fırsat bulunca Afrika üzerine okuyorum. Avrupa bizi 3 milyar dolar insan ticareti hacmine sahip tampon bölge olarak gördüğünü ilan ettiğinden bu yana bu ikiyüzlüler coğrafyasından iyiden iyiye sıtkım sıyrıldı.

Yüzümüzü doğuya çevirecek halimiz de kalmadı. Suriye’ye gireceğiz derken, 3 milyon Suriyeli bizim topraklara girdi bile! Irak’a gönderdiğimiz askerlerin iki günde geri dönmek zorunda kalması işin cabası. Rusya ve İran’ın kirli emellerindense hiç söz etmiyorum!

Kısacası bizim, ne işe yaradığı pek anlaşılamayan şu ünlü stratejik jeopolitik konumumuz mitinden bir an önce arınıp, yeni coğrafyalar keşfetmemizin zamanı çoktan gelmiş olabilir. Eğer geleceğimiz hakkında ipuçları da verecek yeni bir coğrafya arıyorsak, benim adayım Afrika’dır.

Afrika’yı bir aşağılama yaftası olarak kullanan gelişmemiş beyinler kendi halinde bırakırsak, benim baktığım yerden Afrika, dünya sömürgeciliği ve emperyalist güçlerinin talanına uğramış bahtsız bir coğrafyadır. Bütün heterojenliğine karşın Afrika, bugün çuvallamış devletlerin, kontrolden çıkmış şiddetin, iç savaş ve soy kırımlar yanında açlık, yoksulluk ve sefaletin nitelediği bir kıta olarak bugün Türkiye’nin geleceğinden kaygı duyanların dikkatle bakması gereken bir yerdir.

Bu tür bir düşünme biçimine örnek olması açısından geçenlerde okuduğum Afrika üzerine yazılmış bir kitapta anlatılan dehşet verici bir olayı aktarmak istiyorum.

Olay Güney Afrika’nın doğu kıyılarında bir zamanlar Xhosa diye bilinen bir bölgede 1850’li yıllarda geçiyor. Söz konusu dönem bu bölge için bir kriz dönemi; yerli halk, bir yandan İngiliz sömürgecileriyle, diğer yandan da onların getirdiği ve kendilerini olduğu kadar, hayvanlarını da etkileyen salgın hastalıklarla savaşıyor.

Bu coğrafyanın kültürel edinimlerine uygun olarakta, tüm dara düşmüş toplumlar gibi, Xhosa halkı da bu bitmek bilmeyen savaş ve çöküntüden onları çıkaracak bir peygamberin ya da bir kehanetin yolunu gözlüyor.

Nitekim o kehanet çok gecikmiyor; günün birinde bu inanmaya hazır toplumun karşısına içlerinden biri, 16 yaşında bir genç kız Nongquawuse çıkıyor. “Xhosa halkına iletilmek üzere atalarından bir mesaj getirdiğini” öne süren

Nongquawuse, atalarının yeni bir başlangıç için, onlardan sahip oldukları tüm sürüleri itlaf etmelerini, ellerinde tutukları tüm tahılı yakmalarını istediğini söylüyor. Bunların karşılığında Xhosa halkına söz verilen, İngilizlerin denize döküleceği, hastalıklı hayvan ve tahılın yerini sağlıklı olanların alacağı yeni bir başlangıç.

Nongquawuse’ye inanan Xhosa halkının 400.000 besi hayvanını itlaf ettiği, depolardaki tahılın hepsini yaktığı söyleniyor. Sonrası, tahmin edilebileceği gibi, koskoca bir hüsran; İngilizler denize dökülmediği gibi, itlaf edilen hayvanların ve tahrip edilen tahılın yerini sağlıklı olanları almıyor. Sonunda Xhosa halkının dikkate değer bir bölümü yaşanan açlık sonucu yaşamını yitirdiği kayıtlara geçiyor.

Kitlesel bir intihara dönüşen bu tür akıl-dışı davranış biçimleri, daha sonraki dönemlerde de tekrarlandığı ölçüde, Afrika yazınında, Nongquawuse Sendromu betimlemesi ile karşılanıyor.

Türkiye’ye dönersek; bugün geldiğimiz noktada memleketin yarısının kullanmış olduğu siyasi tercihe bu gözle bakılabilir mi? Öyle ya bu ülkeye yeni başlangıç sözü verenler, memleketi koyu bir karanlık ve çıkmaza getirmiş bulunuyorlar.

Yapılan tercihlerin tercihi yapanlara da ciddi bedeller ödeteceği bir döneme girmiş bulunuyoruz.

Karşı karşıya olduğumuz bir tür “Nongquawuse Sendromu” mudur? Emin değilim, ama bir şey açık ki, Batı’ya bakıp, “Stockholm Sendromu” demekten daha ikna edici bir hikâye var elimizde!