İlk Don’t Breathe/Nefesini Tut filmi 2016’da yapılmıştı. Üç küçük suçlunun, soymak için girdikleri evde gözleri görmeyen eski bir askerle yaşadıkları dehşetli karşılaşmayı anlatan film, korku sinemasının pek çok gerici özelliğini taşıyordu -başta ‘asi gençliğin’ cezalandırılması olmak üzere. Ama yine de, anlatının çatışma ekseni, kendini ve küçük kardeşini cehennem gibi bir hayattan kurtarmak isteyen Rocky adlı genç kadının mücadelesi etrafında biçimleniyordu. Bu öyle bir mücadeleydi ki, üç gencin görme engelli bir adamın tazminat parasına göz dikmesine dair ahlaki tartışmalar bile önemini yitiriyordu.


Kendi evinde kötü annesi ve yıkık bir ekonomide hayatta kalmaya çalışan Rocky’nin girdiği evde mücadele ettiği kişi, Amerikan ordusunun Irak’ı işgali sırasında bir patlamada görme yetisini kaybetmiş bir ‘gazi’dir. Evine giren gençleri acımasızca öldüren, hastalıklı bir amaç uğruna insanların hayatını mahveden adamın askeri geçmişine yapılan vurgu boşuna değil tabii; bu sayede protagonist (ana karakter) Rocky ile antagonist (kötü karakter) kör adamın mücadelesinin ideolojik temeli vurgulanmış oluyor: Çirkin bir düzende hayatta kalmaya çalışan genç kadına karşı, bu düzeni kuran ve sürdürenlerin temsilcisi.

Aradan beş yıl geçti, filmin ikincisi yapıldı. Ama bu sefer her şey ters yüz edilmiş durumda: İlk filmde kötü ve acımasız bir karakter olan, evine giren üç genci öldürme konusunda bir an bile tereddüt etmeyen asker eskisi, Don’t Breathe 2/Nefesini Tut 2’de hikâyenin iyi adamı olmuş…

Bu sefer eve “Biraz paramız olsa da bu rezil ortamdan kaçıp yeni bir hayata başlasak!” diyen gençler değil, adamın yıllar önce bir trafik kazasında ölen kızının yerine koyarak büyüttüğü Phoenix adlı çocuğu kötü niyetlerle kaçırmaya kalkışan vahşi bir uyuşturucu çetesi giriyor. Yani ilk filmdeki kötü karakter bu sefer iyi oluyor. Ama aslında karakterin kişilik özelliklerinde hiçbir değişiklik yok; aynı ölüm makinesiyle karşı karşıyayız.

Nefesini Tut 2’nin ilk filme göre ‘gericileştiği’ yer de burası işte: İlk filmde, fark edildikleri için kaçıp gitmek isteyen gençleri acımasız bir şiddetle avlayan adam, bu filmde kahraman savaşçı babaya dönüştürülüyor. Her ikisini de aynı senarist-yönetmen ekibinin yaptığı film serisinde, beş yılda ilginç bir ideolojik dönüşüm yaşandığını görüyoruz: İlkinde ataerkil sisteme ve ABD’nin militarist yapılanmasına bariz bir eleştiri varken, bu filmde aynı eril şiddet olabildiğince meşrulaştırılıp yüceltiliyor.

Filmin ayrıca Oedipus-Elektra Kompleksi etrafında biçimlenen bir yanı da var. ‘Sürprizbozan’ (spoiler) vermeden anlatmaya çalışırsam: Annesinin ölümüne yol açan Phoenix (Anka) adlı kız çocuğu, kör adamdan (baba) devraldığı bir fallus ile ‘baba’yı da öldürür. Bu arada, babanın kör olması ve ‘baba’nın kör edilmesi, seyirciyi doğrudan Sofokles’in Kral Oedipus adlı tragedyasında anlatılan öyküyle buluşturur.

Peki, birbirinin devamı niteliğindeki bu iki filmin anlatı yapısı ideolojik açıdan neden birbirine bu kadar zıt? Latin Amerika kökenli iki genç sinemacının sistem eleştirisinden sistem övgüsüne geçmesini ne sağlamış olabilir?

Filmler arasındaki beş yılda pek çok olay yaşandı. Sadece Trump’ın başkanlığı gibi akıldışı bir süreç bile pek çok öykünün değişmesine yeter, ama bu yönde değil! Ayrıca, olayların anlatılar üstündeki sosyolojik etkisi genellikle bu kadar kısa sürede netleşmez.

Lakin Hollywood’dan söz ediyoruz, durumu açıklamak o kadar zor olmayabilir. Belki de ilk Nefesini Tut bir sapmadır, filmi yapan ekip bir anlık “del Toro tutulması” (ilerici, anti-faşist, hatta bazen açıkça sol söylem üreten korku filmlerinin yönetmeni Guillermo del Toro) yaşamıştır belki. Yani belki bu ikinci filmdir ‘normal’ olan; başından beri Amerikan militarizmine ve eril şiddete övgüler düzen, son zamanlarda da John Wick gibi ‘süper-dövüşken kahraman Amerikalı’ hikâyelerinden geçilmeyen Hollywood’un normali…