Normal İnsanlar: Aşk Mümkün müdür? Hâlâ?

TUĞBA SİVRİ

1991 doğumlu, İrlandalı yazar Sally Ronney’nin, 80’lerin sonu-90’ların başında doğan her genci cezbedecek romanı Normal İnsanlar,[1] yakın zamanda bir diziye uyarlandı. Katı olan her şeyin buharlaşmaktan da öteye geçip “dijitalleştiği”, bir akıma dönüştüğü, her şeyin belirsiz ve akışkan olduğu 21. yüzyılın gitgide kararan bulutları altında 20’li yaşlarını geçiren “Y kuşağı” için aşk, arkadaşlık ve “elimdeki bu hayatla ne yapacağım ya da ne kadarını yapmama izin verecekler” dertlerini bir aşkın etrafında anlatıyor. Evet, bu bir aşk hikâyesi.

Normal İnsanlar, kendisini henüz 17 yaşındayken doğuran ve evlere temizliğe giden genç annesi Lorraine’le birlikte yaşayan, futbol oynayan ve okulda arkadaşları tarafından çok sevilen Connell’la, Lorraine’in temizliğe gittiği evin sahibinin kızı olan, babasını küçükken kaybeden, annesi ve abisinden mütemadiyen psikolojik şiddet gören, okulda da sürekli zorbalığa uğrayan, uyumsuz ama akıllı ve bunlarla başa çıkmayı becerebilen Marienne’in arasındaki aşkı anlatıyor. Sınıfsal ve cinsiyete dayalı eşitsizliği bir ortaklaşma aracı haline getiren bu aşk, besleyen, büyüten, geliştiren, hataları affeden, hatalardan ders çıkaran, sabırlı ve bir şekilde bunca “akışkanlığın” içinde parçalanmadan kalabilen, sağlam bir aşk.

Connell, kitap boyunca iki kimliğin arasında sıkışan bir genç. Lisede, okuldaki arkadaşlarının yanındayken futbol oynayan, eğlenceli karakterini gösteriyor; oysa kitap okumayı seven, ince düşünceli, dünyada olup bitene karşı duyarlı bir genç aynı zamanda. Yine de lise hayatının “kendini diğerlerine kabul ettirme” baskısından kurtulamıyor. Bu durum, okulda kimse tarafından sevilmeyen Marrienne’le olan yakınlığını da gizlemesine neden oluyor. Marrienne, zaten sevilesi olmadığını düşündüğü için okuldayken konuşmamalarını ya da aralarındaki yakınlıktan kimsenin haberi olmaması gerektiğini çabucak kabulleniyor.

Aslında Marrienne’in bu kabullenişi, Connell’ın ona sunduğu ve kimse görmese de kendisinin bildiği mütevazı sevgiyi bile kendine fazla görmesinin neticesi. Marrienne, zaten daha fazlasına hakkı olmadığını düşünen, sevgisizliği içselleştirmiş bir genç kadın. Bu durum ilk defa Connell’la yaşadığı aşk ilişkisinde onu fazlaca verici biri yapsa da asla zayıf bir karakter değil. Okulun ve diğerlerinin sürekli onu belli bir şekle sokma çabasına boyun eğmeyen, bu yüzden ukala ve soğuk bulunan, yine de kalbini hiçbir zaman diğer insanlara kapatmadan ve kendisine açık olan kalplerle arkadaşlık kurmaktan çekinmeden yaşamayı becerebilen, affedici bir genç kadın.

Connell’ı üniversitede taşradan çıkıp şehir merkezine gitmesi için yüreklendiren Marrienne, üst sınıftan biri olduğu için paranın hayattaki önemi konusunda çok da farkındalık sahibi biri değil. Oysa Connell, bunu her adımında hissediyor. Üniversite için gittiği şehirde geçinebilmesi için çalışması gerek. “Zaman fiziğin bir parçası, paraysa toplumsal bir inşadır.” İnsanın zamanını para karşılığı satmasının, yani içinde bulunduğumuz kapitalist sistemin saçmalığını; bir gencin üniversiteye gitme, Avrupa’yı gezme, sanat eserlerini görme hakkının aslında en doğal hakkı olduğunu Marrienne’in ağzından duyarız. Connell üniversitede edebiyat okurken, hayatı boyunca kitap okumaktan “zevk alan” biri olarak, hiç okumadıkları kitaplar hakkında entelektüel yorumlarda bulunan diğer öğrencileri anlayamıyor. Connell’ın lisede yaşadığına benzer bir çelişki üniversitede kendini daha kuvvetli hissettiriyor. Taşradan gelen alt sınıf bir öğrenci, ne eski kimliğine geri dönebilir ne de şehirde güçlü bir kültürel sermayeyle büyüyen gençlere uyum sağlayabilir. “Sınıfsal bir temsile dönüşmüştü kültür: edebiyatıysa eğitimli insanlar, kendilerini sahte, duygusal yolculuklara çıkardığı; sonra da okumaktan hoşlandıkları duygusal yolculukları yaşayan eğitimsiz insanlardan kendilerini üstün görmelerine izin verdiği için fetiş haline getirmişti.” Oysa Connell estetik hazzı duyar, sanatı “hisseder”; alt sınıftan bir erkekten beklenmeyecek şekilde.

Diğer yandan Marrienne, ailesi dahil ve Connell hariç herkesten gördüğü şiddeti o kadar kanıksamıştır ki sevgi ve istismar, şiddet ve haz ayrılmaz hale gelir. Tacize uğradığında kendini suçlu hisseden, sevilmeye layık olmadığını düşünen bir genç kadının, haz aldığı için cezalandırılması gerektiğini düşünmesi şaşırtıcı değildir aslında. Üstelik bunun özgürleştirici, “sevgi kaynaklı” bir şiddet olduğu da söylenmektedir 21. yüzyılın post-feminist dünyasında. O yüzden hazırdır Marrienne, hayatındaki erkeklere ne istiyorlarsa verecektir. Dövülmek, bağlanmak, aşağılanmak da dahildir bunlara. Ama bir yerde bir ip kopar: “Yaptığı o ürkünç şeyleri sevgisinden yaptığına gerçekten inanıyor mu? Şu dünya, sevgi denen şeyi kimsenin, şiddetin en adi ve aşağılık biçimlerinden ayırt edemediği kadar kötü bir yer olabilir mi?”

Connell’ın sevgisinin her şeyden önce Marrienne’in varlığını tanıyan, ona saygı duyan, onu “ele geçirme” amacı gütmeyen, onun yanında kendini üstün gösterme çabasına girme ihtiyacı hissettirmeyen, yapıcı, gerçek bir sevgi olduğunu söyleyebilirim. 21. yüzyıl romanslarında, ne dizilerde ne romanlarda ne filmlerde artık pek de rastlamadığımız şekilde sevginin hem gerçek hem de güzel olabileceğini; gerçek olması için illa ki yıpratıcı olmak zorunda olmadığını gösteren bu romansta en sevdiğim şey buydu sanırım. Tabii bir kadının “seks sırasında dövülmek istemesi” her zaman geçmişte yaşadığı travmaların bir sonucu mudur sorusu orada duruyor. Ben buna, ataerkinin bize tuttuğu çarpık aynadan kendimize bakarken kadınlar olarak cezalandırılma arzumuzun gerçekten bizim arzumuz olup olmadığını sorgulamalıyız diyerek cevap vereyim. Yahut Catharine A. McKinnon’ın ifadeleriyle feminizmin bir zamanlar ne olduğuna bir daha bakalım: “Maddi koşullar seçeneklerinizin yüzde 99’unu olanak dışı bıraktığında, kalan yüzde 1’e -yaptığınız şeye-tercih demenin anlamlı olmadığını bilen bir hareketti bu. Bu hareket, rıza gibi konseptlere kanmıyordu. Zor kullanmak seksin normalleştirilmiş bir parçası olduğunda, ‘hayır’ erkekler tarafından ‘evet’ olarak anlaşıldığında, korku ve çaresizlik itiraz edememeye neden olduğunda ve itiraz edememek rıza olarak anlaşıldığında, rızanın anlamlı bir konsept olmadığını biliyordu.”[2]

Yine de kitapla ilgili içimi kemiren bir şey var. Marrienne abisinden şiddet gördüğünde, bu şiddettin gerçekliği “somut” olarak karşısında durduğu için şiddetin farkına varabilen ve sonrasında Marrienne’e olan aşkını bir şövalye edasıyla sunan Connell, ona bir daha böyle bir şey yaşamayacağına dair söz verir. Artık sevgisini göstermekten korkmuyordur Connell. Bunun için Marrienne’in ona gerçekten ihtiyacı olduğunu düşünmesi gerekmiştir. Evet, sonunda evlenip sonsuza kadar mutlu yaşamasalar da yahut aşkları birbirlerini beslemeye devam etse de yine de Connell’ın beyaz atlı bir kurtarıcıya dönüştüğünü görürüz: “Connell, onun ruhunu kurtarmayı seçmişti ve kurtarmıştı.” Oysa Marrienne de Connell’ın hayatını şekillendirmiş, kendine olan bakışını değiştirmiş, en önemlisi kalbini açmıştır. Belki de bu “karşılıklılık” eşitliği sağlar.

Normal İnsanlar, bize büyülü bir aşk masalından çok, aşkın hâlâ bir ihtimal olduğunu hatırlatan ve eşitsizliklerle dolu bir dünyada eşit bir ilişkinin yine de kurulabileceği umudunu veren bir dilek kandili.


[1] Sally Rooney (2019), Normal İnsanlar, Can Yayınları.