Ödüllü film “Anadolu Leoparı” vizyonda. Yönetmen Emre Kayış, bir gazete haberinden hareketle Anadolu Leoparı ile benzer kaderi paylaşan insanlar üzerine bir film yapma düşüncesinin ortaya çıktığını söylüyor.

Nostaljiye tutulan Ankara hikâyesi

Murat Tırpan

Vizyona giren Anadolu Leoparı, yönetmen Emre Kayış’ın ilk uzun metrajlı filmi. Boşaltılmakta olan bir hayvanat bahçesinde geçen, dönüşüme direnememiş, nostaljiye tutunmuş bir karakteri olan bir Ankara hikâyesi. Başarılı görüntü yönetimi ve Uğur Polat’ın oyunculuğuyla da öne çıkan filme dair yönetmen Kayış ile konuştuk.

Anadolu Leoparı kapanmak üzere olan eski bir hayvanat bahçesi, burada yaşayan bir Anadolu Leoparı ve onu başka bir yere nakletmek istemeyen bahçenin müdürünün hikâyesi. Biraz nostalji, biraz sıkışmışlık, biraz da hüzün kokan bir film. Böyle bir atmosferi nasıl hayal ettiniz, filmin fikri nasıl ortaya çıktı?
Yıllar önce bir gazete haberinde soyu tükenmekte olan ve yalnızca yaşadığımız coğrafyaya özgü bir canlı olan Anadolu Leoparı’nın hikâyesini okumuştum. Leoparın hüzünlü ve kara komik varoluşundan hareketle onunla benzer bir kaderi paylaşan insanlar üzerine bir film yapma düşüncesi böyle ortaya çıktı. Film, sayısız karşıtlıkların uyumsuz biçimde bir arada bulunduğu bürokratik bir Babil tımarhanesinin içinde, çökmekte olan ve çürümenin tüm fazlarını yaşayan bir toplumun periferisinde, var olma savaşı veren insanların bana göre absürd bir trajedi olan korkunç terk edilmişliklerini anlatıyor. Böylesine bir varoluşa ve benzer duygulara aşinayım. Sanırım filmin atmosferi de bu duyguyu ekseriyetle taşımamın sonucu olarak kendiliğinden ortaya çıktı.

İYİMSER BİR TABLO

Leopar ve müdür Fikret soyu tükenmiş, nadir türler. Ama öte yandan metaforun ima ettiği gibi değerliler de. Biraz onların tarafındasınız (seyirci de) ama yeniye uyum sağlamak ve direnmek için Fikret ve Leopar'ın yeni stratejiler bulması gerekmiyor mu? Bu konuda fazla mı karamsar acaba film?

Bilemiyorum doğrusu, ancak dürüst olmamı isterseniz sanmıyorum. Sinemanın amacının mevcut duruma çözümler önermek ve bulmak değil, tarifi güç olgu ve duyguları mümkün mertebe subjektif biçimde irdelemek olduğu düşüncesindeyim. Şayet böyle bakar ve içinden geçtiğimiz zamanın ruhunu dikkate alırsak, filmin iyimser olduğunu dahi söyleyebilirim.

Fikret karakteri arada kalmış, sıkışmış ve yalnız biri. Ama habitatı elinden alındığında bir hamle yapmak zorunda kalıyor. Onunla ilgili bir yandan sempati duyarken diğer yandan da aramıza mesafe koymak istiyoruz. Siz de aslında karakteri hırpalıyorsunuz.
Fikret eylemsizliğini soylulukla benzeştiren, son derece konformist bir karakter. Bu durum izleyicinin Fikret’le alışılmış bir özdeşleşme kurabilmesini mümkün kılmıyor sanırım. Bu durumdan memnunum zira Fikret benim için sıradan bir pratagonist değil. Dönüşüme direnemeyecek denli güçsüz düşmüş bir toplumsal sınıfın direnç göstermiş - ancak başarısız olmuş - ender jenerasyonlarından birine mensup ve bu bağlamda da iyi tanıdığımız bir mağlubiyet ve mahcubiyet hissi taşıyor. Ancak bu hislerini kendisinin dahi habersiz olduğu bir maharetle saklıyor ve eylemsizliğini dönüşümün (çürümenin) soysuzluğundan uzak durarak meşrulaştırıyor. Bir başka deyişle çaresizliği ile yüzleşmeyi reddediyor. Bu durum bana gerek leoparlar gerekse de leoparların narsismi üzerinden onların temsil ettiği toplumsal sınıfı irdelemeye olanak tanıyor. Öyle sanıyorum ki Fikret’in dizlerinin kanamasını soğukkanlı biçimde izleyişim bu sebepledir.

EVRENSEL BİR YÜZ

Filmi izleyenler Uğur Polat'ın oyunculuğuna bayıldılar. Polat'ın seçimi (uzun zamandır sinemada görmediğimizi de düşünürsek) çok başarılı bir seçim, o nostalji atmosferini de ayrıca güçlendiriyor. Polat’ı seçiminizden ve onun oyunculuğundan da bahsedebilir misiniz?

Uğur Polat çok yetenekli ve disiplinli bir oyuncu. Başlangıçtan itibaren Fikret rolü için en doğru tercih olduğunu düşündüm. Son derece dürüst, çevresindekiler tarafından saygı gören, duygularını göstermeyi beceremeyen yalnız bir adamı plastisize etmek için evrensel ölçekte kabul görecek bir yüze sahip olduğunu düşündüm.

Tabii bahçenin bir eğlence parkına dönüştürülecek olması meselesi, bu eleştiri önemli. Ankara'nın parklarla olan ilişkisini de hatırlıyoruz hemen. Filmde Ankara -aslında çok fazla vurgulamıyorsunuz, daha evrensel okunabilecek bir hikâye bu ama- hem yerli izleyici için bilindik bir zemin hem de şehrin yakın tarihiyle bağlantı kurmadan duramıyoruz. Bazı doğrudan veriler de var filmde bunu düşündürecek. Bütün bu hikâyede biraz Ankara'nın yeriyle ilgili konuşalım mı?
Ankara doğup büyüdüğüm ve ruhunu çok yakından tanıdığım bir şehir. Tanpınar’ın deyimiyle dasitani ve muharip bir şehir. Benim için tüm özellikleri ile hikâyenin doğal mekânı haline geliyor. Temelde, sizin de değindiğiniz gibi evrensel ölçekte bir yapıyı bu çok iyi tanıdığım platoda, kendi Ankara’ma dönüştürecek biçimde manipüle ederek gerçekleştirmek istedim. Ancak diğer taraftan da Ankara’nın ruhuna aşina izleyiciye şehrin yakın ve makus talihiyle illiyet bağı kurabilecek bir takım Rosetta taşları bıraktım. Belki de onlara iltimas geçmiş olmak istedim, bilemiyorum.