Geçtiğimiz hafta TÜİK’in 2020 nüfus istatistikleri üzerine bir dizi yorum ve haber okuma fırsatı bulduk. Yorum ve haberlerin merkezinde, büyük oranda büyükşehirlerin artan nüfusu ve köyden kente göç kendini gösteriyordu. Şükrü Aslan da geçtiğimiz hafta BirGün’deki yazısında 2020 yılı nüfus istatistiklerini yorumlamıştı. Bu yazıda istatistiklerin, işsizlik, yoksulluk, genç işsizliği, evsizlik, gelirsizlik, güvencesizlik, yardıma bağımlı yaşamak gibi çeşitli sosyolojik olgulara işaret ettiğini vurguluyordu. Buradan hareketle, politika üretiminde bu sosyolojik haritanın dikkatli bir biçimde okunması gerektiğini hatırlatması ile bitiriyordu. Ben de bugün yazıma, öncelikle, bu sosyolojik haritanın işaret ettiği belirli politikalar üzerine düşünerek başlama ihtiyacı hissediyorum.

Kırsal alanlardan kente artan göç, benden önceki tüm yorumlarda da işaret edildiği gibi, tarımsal alanın iktisadi gerileyişinden ayrı düşünülemez. Nitekim, kırsalda nüfusun azaldığı yerler de tam olarak tarımsal üretim yapılan ilçeler olarak ifade ediliyor. Dahası, özellikle de genç nüfusun tarımdan geçinemeyerek köyleri terk ettiği üzerinde sıkça duruluyor. Yalnızca bu iki veriye dayanarak bile tarımın, çiftçi için iktisadi bir faaliyet olarak sürdürülemez hale geldiğini; tarımın bir geçim kaynağı olmaktan uzaklaştığını ve kırın da yaşam alanı olmaktan çıktığını söylememize yetiyor.

Öte yandan, Çiftçiler Sendikası Genel Başkanı Ali Bülent Erdem, bu göçe sebep olan koşulları BirGün’e değerlendirirken, bir başka unsura daha işaret ediyordu. En büyük sebeplerden biri olarak olarak çiftçinin artan borçluluğuna dikkat çekiyordu. Nitekim, son bir yılın icra verilerindeki seyir de buna işaret ediyor. Son bir yılda dosya sayısının 1 milyonun üzerinde arttığı icra verilerine göre en çok konut ve tarım arazisi satılıyor. Güncel verilere göre bin 437 tarım arazisi satışta.

İcra verileri ile birlikte düşünüldüğünde borçluluğun (ve borçlandırmanın) çiftçi için nasıl bir çıkmaza dönüştüğü berraklaşıyor. Borçlanma, çiftçinin hem tarımsal üretimini hem de gündelik hayatını sürdürmesinin tek yolu haline gelmiş durumda. Yani, çiftçinin hayatta kalmasının başka bir yolu kalmamış görünüyor. Fakat çiftçi aynı zamanda, üretim için girdiği bu borçları ödeyebilmek için tarlasını, tarım arazisini satışa çıkarmakta. Yani, tarımı terk edecek kadar da umutsuz ve çaresiz hissediyor. Traktörüne haciz gelmesi ardından kalp krizi geçirerek hayatını kaybeden çiftçinin oğlunun aktardıkları, borç döngüsünün nasıl işlediğini özetliyor:

“Pancar tarlada kalınca, tefeciden babamın aldığı 25 bin lirayı ödeyemedik. Geçen yıl ağustos ayının içinde traktöre yakalama kararı verilmiş, haberimiz olmadı. Babam, bu borca karşılık tefeciye pancar söküm makinesini vermiş, senedi almadığı için işlem başlatılmış. Borç ödenmesine karşılık traktörün üzerinde yakalama kararını görünce şaşırdı, mahkemeye başvuruda bulundu. İtiraz dilekçesini verdikten bir gün sonra ise kalp krizi geçirip, vefat etti.”

Sonuçta tarımda artan şirket kontrolü, kırı geçinilmez/yaşanmaz hale getiriyor. Böylece çiftçiyi de kente göç ederek işsizler ordusuna eklenmeye veya ucuz işgücü olarak sömürülmeye açık hale getiriyor. Üstelik yine ve yeniden, sürekli bir biçimde borçlanma pahasına. Süregiden politikalar ise bu sorunlara yanıt vermediği gibi derinleştirmeye yarıyor. Örneğin tarım arazilerini hedef alan maden ve enerji yatırımları… Kırın, böylece, bile isteye bir üretim ve yaşam alanı olmaktan çıkarılması, bu sorunları yalnızca derinleştirmeye yarar. Hem kır hem de kent emekçilerinin, bu süreçte ciddi biçimde yalnız ve çaresiz bırakılmaması, yakın gelecekte toplumun en yoksul kesimlerinin koşullarının ağırlaşmasına sebep olacak gözüküyor. Ve tüm bunlar bize kır ve kent politikalarını nasıl düşünebileceğimize dair birer ipucu sağlıyor.