Atomların taşıdığı yoğun ve yıkıcı güçle tanışmamız, İkinci Dünya Savaşı’nda Japonya’ya atılan nükleer bombalarla oldu. O tarihten itibaren bu gücü enerjiye dönüştürme yolundaki girişimler, gelişmiş ülkelerden başlayarak, dünyanın pek çok yerinde nükleer santrallerin kurulmasıyla sonuçlandı.

Dönemin iki kutuplu dünya sistemi içerisinde bir tür siyasal rekabet ve teknolojik üstünlük gösterisi biçiminde ilerleyen bu yarış, kısa zaman içerisinde ülkemize de yansıdı. Türkiye’de nükleer santraller konusundaki fizibilite çalışmaları ve proje hazırlıkları 1960’lı yılların sonlarında başladı.

70’li yıllarda dünya çapında baş gösteren petrol şokları ve enerji ihtiyacıyla iç içe yürütülen nükleer santral tartışmaları daha çok ihtiyaç, maliyet ve verimlilik gibi ekonomik kavramlarla tartışılıyordu.

1986 yılının nisan ayında Çernobil’de yaşanan felaket, dünyanın her yanında Nükleer Santrallere ilişkin tartışmaların dönüm noktası oldu. İnsan sağlığının ve dünyamızın korunması gibi o döneme kadar göz ardı edilen meseleler Çernobil felaketinin ardından nükleer enerji tartışmalarının merkezine oturdu. Çernobil’de yaşanan kaza sonrasında atmosfere yayılan radyasyona en çok maruz kalan ülkelerden birisi de Türkiye olmuştu.

İHTİYAÇ DEĞİL HEVES

Yaşanan bu felakete rağmen ülkemizi yöneten siyasi iktidarlar hiçbir zaman nükleer enerji sevdasından vazgeçmedi. Yıllar boyunca nükleer santrallere ne denli ihtiyaç duyduğumuz konusunda türlü türlü yalanlar söylediler.

Oysa kamuoyunu nükleer santral projesine ikna edebilmek için öne sürülen bu iddiaların hiçbiri gerçeklikle örtüşmemektedir. Nükleer santralin yapılmasıyla “Türkiye’nin enerji açığının kapatılacağı”, “enerjide dışa bağımlılığın biteceği”, “enerji maliyetlerinin düşeceği”, “ülkemizde teknolojik sıçrama yaşanacağı” gibi iddiaların doğru olmadığı TMMOB ve bilim insanlarının hazırladığı raporlarla ortaya koyuldu.

Bugün siyasi iktidar açısından nükleer santral yapma çabası, ülkemizin enerji ihtiyacını karşılamaktan ziyade “nükleer güç” sahibi olma hevesinin ürünüdür. Oysa bu heves ülkemiz açısından büyük felaketlere neden olabilecek riskler taşımaktadır.

2018 yılında temeli atılan Akkuyu Nükleer Enerji Santrali, bu tehlikeli yolculuğun ilk adımı oldu. Halkın ve uzmanların görüşleri dikkate alınmadan hazırlanan proje, usulsüz biçimde alınan ÇED raporu ve mahkeme kararı beklenmeden başlanan santral inşaatı, AKP’nin iktidar pratiğinin de özeti niteliğindedir.

AKKUYU VE DENETİM SORUNU

Bilime ve hukuka rağmen başlayan santral inşaatının temelinden itibaren sorunlar yaşanmaya başlandı. 2019 yılı Mayıs ayında santralin temelinde beton çatlakları olduğu iddiaları basına yansıdı. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) yetkililerince tespit edilen çatlakların olduğu bölümlerin kırılıp yeniden yapıldığının belirtilmesine karşın aynı yerde yeniden çatlaklar oluştuğu öne sürülüyor. Çok özel teknik bir yapı olduğu için dikkatli ve teknik kurallara uygun bir şekilde yapılması gereken santral inşaatı ile ilgili olarak, kamuoyuna yansıyan başka sorunlar, uyarıların dikkate alınmadığını düşündürüyor.

Akkuyu Santrali geçtiğimiz hafta inşaat alanında yaşanan patlamalarla yeniden gündeme geldi. Valilik açıklamasına göre “yeni tesis alanı açmak için yapılan kontrollü patlatmalar” çevrede bulunan yerleşim yerlerine ve seralara büyük zarar verdi. Sözüm ona “kontrollü bir patlama” sonucunda ortaya çıkan bu hasar ve yaşanan panik, santralin taşıdığı riskleri akıllara getirdi.

Uluslararası nükleer santral yapım kurallarına göre nükleer santral yapım denetimlerinin yetkin bağımsız kuruluşlar tarafından yapılması gerekirken, bu konuda kurumsal yapı oluşturulmadan, siyasi amaçlarla santral inşaatına başlanmış ve denetim zoraki olarak bir devlet kuruluşu olan TAEK’in üzerine bırakılmıştı. Daha sonra bu görev yeni kurulan Nükleer Denetleme Kurulu (NDK) isimli kuruluşa devredilmiş, TAEK personelinin bir kısmının aktarıldığı bu kamu kurumu, Akkuyu Nükleer Santrali’nin yapım işlerini denetleme görevini üstlenmiştir Akkuyu Santrali, Türkiye ile Rosatom isimli Rus şirketi arasında yapılan bir anlaşmanın Milletlerarası bir anlaşma haline getirilerek yasalaşması sonucu yapılmakta olan bir tesistir. Anlaşmanın bir tarafı devlettir. Devlet ise anlaşmanın giriş bölümünde ve içerisinde belirtildiği üzere bu nükleer santralin yapılmasını talep eden ve destekleyen taraftır. Yani bağımsız bir kuruluş değil anlaşmanın talep eden tarafıdır.

Nükleer Santralın bugüne kadarki yapım sürecinin TAEK/NDK tarafından yapılması sorunludur. Bağımsız(!) bir yapı olarak kurulan Nükleer Denetleme Kurulu, henüz denetim işlerini yerine getirebilecek kadroya sahip değildir. Bu yapısıyla, Kurul’un ne derece bağımsız olabileceği kadar, bu görevi ne derece yerine getirdiği/getirebileceği de soru işaretleri taşımaktadır. Nitekim inşaat sürecinde birbiri ardına yapılan hatalar ve yaşanan kazalar denetimler konusunda derin şüpheler yaratmaktadır.

Ülkemiz değerlendirilmeyi bekleyen zengin yenilebilir enerji kaynaklarına sahiptir. Elektrikte mevcut kurulu güç olarak bugün tükettiğimizden yüzde elli fazlasını üretebilecek kapasite vardır.

Ham madde, teknoloji, ekipman, işletme yönümden dışa bağımlı, yüksek fiyatla elektrik satması öngörülen, atık sorunu çözülmemiş, risk sorunu olan nükleer santral hevesinden derhal vazgeçilmelidir.