İnadına sormuştum Nuri Bilge’ye, Boğaziçi’nde, çünkü Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması adlı kitabımı yazarken, bunun üzerine bir bölüm yazdım, ahlaki bir düzlemde tartışmasını yaptım, yayınlamadım nedense. Yeni baskısında yayınlayacağım.

Soru basit ve yalın, Nuri Bilge’nin filmleri yakın plandan incelenirse, Türkiye’deki ama özellikle de yurtdışında verdiği söyleşiler okunduğunda, sinema tarihçisi iki soruyla karşılaşır:

Nuri Bilge Ceylan dünya görüşü, insanlarla ilişkisi, sanatla kurduğu özel yakınlık ve yüceltmesi, sanatıyla dünyayı yorumlama biçimleri ve eserini verdikten sonraki tavrıyla hayatı, filmleri, düşünceleri ve insana dair özgül yaklaşımları incelenmesi gereken bir yönetmen midir? Bu birinci soru, buna eleştirmen, daha iyisi bir tarihçi karar verecektir, benim yanıtım evet.
 
İkinci ve asıl soru şudur: Nasıl bir ahlaki varoluş düzlemi tanımlamakta ve kendine nasıl eylemsel/eleştirel ve ilkesel alan içinde gizli ya da içkin bir erek bulmaktadır? Yani varoluşunun gizeminde ruhunun en derinlerinde insan nedir ve ne olmalıdır sorusuna karşı neleri saklamaktadır?

Bu anlamda Boğaziçi Üniversitesi'nde açıkça kendisine Nietzscheciyen bir ahlakı mı yoksa Dostoyevskiyen bir yaşamı mı yakın gördüğünü sordum.

Tipik Nuri Bilge Ceylan işte, canevinden vurulmuş gibi bir anda toparlandı ve kaçamak bir yanıt verdi: ikisi de bir aslında. Aslında sorumu anladığından eminim, çünkü varoluşları masaya yatırıldığında aynı yolda yürümedikleri kesindir, olsa olsa pek çok ortak saptamaya farklı yollardan ulaşmışlardır denilebilir.

Nedir fark, Dostoyevski’nin Hıristiyan olması ya da çokları  Freud’un ardından giderek hiçbir zaman gönülden iman etmediğine inandığı için Hz. İsa-sever olması, diğerinin ise yaşama ilişkin ereği yeryüzünde bulması, öte dünya söylemini en açık haliyle yadsıması mı?

Hayır, hiç de bu değil, çok daha köklü bir şey, çok yalın ve çok önemli bir fark var aralarında.

Nihayetinde herkesin iman tahtasındaki güç dengeleri çok farklı şekillerde kurulabilir. 

Bu tartışmayı Nuri ve Zeki üzerinden kurmaya çalışacağım, uğraşacağız, üstelik kendimizi zor bir duruma sokarak.

1a) Dostoyevski’nin babası o henüz ilkokul çağındayken çalışanlarından birisi tarafından öldürülmüştü, zevke sefahate düşkün birisiydi, babasından ayrı kalan Dostoyevski babasının ölmesini de muhtemelen istemişti, suçluluk hissi daha bu yaşlarından itibaren benliğinin derinliklerinde yaşamış olmalı.

1b) Nietzsche’nin babası bir din adamıydı, o da çok küçükken öldü, üstelik ölümüne neden olan hastalıkları Nietzsche’ye genetik olarak miras bıraktı. 

2a) Dostoyevski babasından zevk ve sefaya düşkünlüğü miras aldı, hayatı boyunca bu konuda dengede duramadı ve her zaman uçlarda yaşadı, yaşamı da fikirleri de bu uçları çok iyi yansıtır. Sürekli kendisiyle çelişen biriydi, tam da bu anlamda Marksist anlamda çelişkinin ilerlemeyi sağlaması düşüncesinin açık bir ispatıydı, inanılmaz doğurgan düşün hayatı oldu.

2b) Nietzsche ise kadınlar arasında büyüdü, ona sürekli terbiye vermeye çalışan, gururlu bir ideal dileyen kadınlar arasında. 7-8 yaşında okula yeni başlamışken, okuldan eve dönüyor, sağanak yağmura karşın koşmayı reddeden gururlu bir kişi, nedeni öğretmeninin eve asla koşarak gitmeyin, ağırbaşlı, sakin olun sözü. Tepeden tırnağa gururdu, öyle ki önleyemediği gururluluğu onu kibrin bataklığına sürükledi. Hayatı da giderek tam bir aykırı yaşam olmasına karşın, son derece sakin, yalıtılmış ve dahası inzivaya çekilmiş gibidir, neredeyse yürümek ve düşünmek ve en yalnız kalabileceği şekilde göçerlik ile doluydu, bütün angajmanlardan uzakta, gelecekteki keşfedilecek Nietzsche’yi keşfetmek için çırpınarak geçti.

3a) Dostoyevski’nin babasının dindar olduğunu söyleyen kaynağa rastlamadım. Dostoyevski daha erken yaşlarda kuşkucu olmuş ve daha sonrasında ise Batılılaşma sürecinden geçmiş tipik bir Rus gibi, ateizme demir atmıştı, yarım yamalak siyasi deneyimleri oldu, nihayetinde bir ölüm cezası, askerler nişan almış ölüm hükmü okunacakken gelen af, sonrasında sürgün ve normale dönüş çabaları. Sürgün yıllarında yanında tek bir kitap vardı, İncil, hiç yalnız başına kalamadığı tam dört yıl üstelik ve tek İncil’le hepsini garipsediği mahkumların arasında geçirdi bu yılları. Kalbinin tek sırdaşı olan Hz. İsa ile geçirdiği bu zamanın ardından çok açık yazar mektubunda: “Bana İsa’nın olmadığını, bütün bunların bir yanılsama olduğunu ispat etseler bile, ben İsa’nın yolunu seçerdim.” Sonrasında hayatı boyunca yazın dünyasında bu düşünceye bağlı kalarak okudu, yazdı, söylev verdi.

3b) Nietzsche başlangıçta koyu bir Hıristiyan’dı, ergenlik yıllarında da, daha sonra Schopenhauer’un bir eseriyle karşılaştığında bütünüyle sarsılan ve bütün kitaplarını okumaya karar veren birisi. Kendi anlatımıyla bu dünyanın onu doyurmadığı ve öte dünyaya sığındığı zamanlardan ise bütünüyle gururunun etkisiyle yeryüzünde gelecek yüzyıllarda keşfedilecek bir gezgin olmayı hayal etti, ama fikir dünyasında gezinen, hiç söylenmemişi bütün insanlık için kat etmeye çalışan birisi. Hz. İsa’yı bütün kalbiyle kıskandı, onunla yollarını ayırdığında, yeryüzünde üst-insanı yaratmak için, insanı aşmak için kendi geçmişiyle beraber bütün insanları hor gördü. Açıkça insanı hor gören ve insan için de yücelmenin çıkış noktası olarak kendi kendini hor görmeyi bir başlangıç noktası yapan bir söylevin kuruculuğunu üstlendi. Sonraki entelektüel hayatı çok açıktır, kiminle yoldaşlık ilişkisi kurmuşsa, onu yıkmaya çabalayan bir söylev ardından geldi, açıkça onları hor gördü, kendi geçmişini de.

4a) Dostoyevski uslandı, hem de saçma sapan anlaşmalara imza atması nedeniyle, Kumarbaz’ı yazarken mecbur olduğu stenografıyla evlendi, kırkından sonra, devamında giderek büyük eserlerinin art arda gelmesi süreci tamamladı. En büyük eseri Karamazov Kardeşleri yarattıktan sonra, hastalandığında öleceğini hissetti, evdekilerin bütün iyileşeceksin masallarına karşı çıktı, Ortodoksluk mezhebindeki bütün ölüm ritüellerini eksiksiz yerine getirerek bu dünyadan ayrıldı.

4b) Nietzsche’nin durumu çok trajiktir, bir gün sokakta yaşlı ve yorgun bir atı kırbaçlayan sürücünün verdiği öfke ve çaresizlik içinde ata sarıldı hüngür hüngür ağlayarak attan “bütün insanlık adına” özür diledi, o attan da virüs kaptı. Delirmesinin son derece biyolojik nedenleri vardır. Ama sonrasında süperegosunun bedenine koyduğu yasaklar delilik ile delinmeye başladığında art arda insanlara Diyonizos imzalı telgraflar çekmeye başladı. Arkadaşları geldiğinde, önüne çıkana ne kadar ünlü biri olduğunu söylüyor ve hayatı boyunca yaşayamadığı karşılıklı aşkların eksikliğiyle kadın istiyordu. Hıristiyanlık içinse zaten Deccal kitabını yazmıştı, kendisi için en tam olarak gördüğü kitabında söylevini Zerdüşt üzerine kurdu ki kendisi de aslında Zerdüştlük dinine mensup birisi değildi, olamazdı.

Bunları niçin yazıyorum, çok basit:

Dostoyevski’nin hayatı insanın hatalarını aksırıncaya tıksırıncaya kadar yapması, tutkularını yaşaması ve elbette bütün günahları için acı çekerek arınması anlamında ancak İsacı bir yaklaşımla katlanılabilirdir. Düşüncesinin merkezinde acı çekmek, kendine karşı dürüst olmak ve elbette affedilmek isteği vardır, kendi doğruları, yüceleriyle uyumsuz bir hayat sürüyordu.

Nietzsche ise kendini yakışıksız bulduğu her şeyden el etek çekmeye çalışan yasakları içsel olarak üretiyordu, kaldı ki Nietzsche Hıristiyanlığın pek çok yasağını reddettiği için değil, yakışıksız bulduğu için çiğnemiyordu. Hıristiyanlığın kardeşlik söylemine karşı ise tam karşıtını “Savaş kardeşlerim benim” diye özetlediği şekliyle sonsuz bir şövalyelik erdemi içinde ve bütün esirgeme söylemine tam cepheden karşı çıkarak yanıt verdi. Bu anlamda Nietzsche’nin yaşamı bir tür perhizci yaşamıydı, öyle ki et bile yemiyordu, hayatında zevk ve sefahat anlamına gelecek her şeye karşı da bir perhizciydi.