28 Eylül 2012’de gazetelere Nuri Bilge Ceylan’ın Rusya’daki St. Petersburg Festivalinde, DomRadio binasında gazetecilerle yaptığı söyleşinin haberi çıktı, ben bunları Sabah gazetesinden aldım. Bunun tartışılmasını bekledim, yaklaşık iki ay, ama ne ses çıktı ne seda, hayra alamet değil.
 
“Özellikle 1970'lerde Türk film endüstrisinin oldukça güçlü olduğuna vurgu yapan Ceylan, o dönemde Yeşilçam'ın dünyanın en güçlü sinemalarından biri olarak gösterilebileceğini söyledi. 70'li yıllarda bazen bir yıl içinde 300 film çekilebildiğini hatırlatan ünlü yönetmen, ancak yıl geçtikçe bazı nedenlerden dolayı bu sayının oldukça düştüğünü söyledi.” Böyle diyordu haberde, ardından Ceylan’dan alıntılar yapılıyordu:
 
"Hatırladığım kadarıyla 2003 yılında "Uzak" filmini çekerken Türk film endüstrisi yılda ortalama 7 film çekiyordu. Fakat devletin de destek vermesiyle tekrar yükselişe geçti. Şu an ortalama yılda 100 film çevriliyor-ki bu gerçekten önemsenecek bir rakam. Aynı zamanda film kalitesi olarak da durum fena değil. Şu an Türkiye'de çok sayıda kaliteli ve aynı zamanda genç yönetmenler var. Bana göre bazen küçük destekler, büyük etki yaratıyor. Çok açıkça gördüm ki devletin desteği çok büyük ölçüde olmasa da, film endüstrisinde çok büyük bir etki yarattı."
 
Bunlara Nuri Bilge Ceylan’ın tezlerinin ilki diyelim.
 
İkincisi daha da ilginç, "Türkiye'de bir sansür olduğunu söyleyemem" şeklinde cevap veren Ceylan, "Herkes istediği şeyi filme çekebiliyor. 80 darbesinden önce durum oldukça sertti ve Rusya dâhil birçok ülkede sansür uygulanıyordu. Örneğin Yılmaz Güney'in "Yol" filmi toplatılmıştı. İllegal yollarla bu film Cannes film festivaline katılmıştı. Fakat şu an durum bambaşka. Eğer bu tarz festivallere giderseniz, devlet sizi destekliyor."
 
Şimdi izninizle bunları deşmek istiyorum, ama ilk elden şunları söyleyeyim, bütün bunlar içinde doğru parçaları içeren sistematik yanlış düşünceler ve şu anda anlamaya çalıştığım ise bütün bunların bilinçli bir çarpıtmanın mı yoksa bir insanın yanılsamalı düşüncelerinin bir ürünü mü olduğu.
 
Çünkü sevgili dostlar yukarıdaki satırları okuduğumda, iki şeyi düşündüm ki ikisi de beni ürküttü:
 
Birincisi baba, merkez, siyasi iktidar Nuri Bilge Ceylan’ın dilinden ve sesinden kendini onore ettiriyor, biat ettirmiş ve huzurlu. Bu çok önemli, bunu söyleyen insan hemen şunu hatırlamalı: “İktidar özne sanısı verilmiş bireylerin ağzından insanlara seslenir.” Foucault hiç yaşamadı mı?
 
İkincisi şu, oğul, isyancı oğlu, biat ediyor ve biatın ardından huzurlu ve başarmış ve paye verilmiş bir halde, önce kendini reddederek iktidarla barışabilmenin transformasyonu ile kendi kendinin düşmanı oluyor, yani kişi anti-kişi haline gelmiş. İşte iktidarın en mutlu olduğu an bu.
 
Bu çok önemli. Niçin mi?
 
Şimdi burada tarihsel gerçeklerle başlamak gerekir, işte bizim kısaca haftalarca sürecek nevalemiz.
 
70’li yıllar sinema sektörümüz en güçlü olduğu yıllar değil, tam da yıkıldığı dönem, bu birincisi. Hele sinemamız çok güçlüyken, sonra birden ne olduysa yıkıldı söylemi saçmadır, bu da ikincisi.
 
1971-72 yılında 300’e yaklaşan yıllık üretilen film sayısına gelince, niteliğin çok düştüğü ve aşırı üretimin olduğu dönem güçlü değil, kriz dönemini gösterir, en basitinden kapitalizmin krizlerinin aşırı üretimden olması gibi. Ama Türkiye’deki durum bu bile değildir, aşırı üretimin nedenleri arasında çeşitli açıkları kullanma çabalarının önemli payı vardır, tek bir örnek olarak “amortisman filmleri”ni vereyim, ama yalnızca bu da değil, o dönemde sektörde kendi üretimi “konfeksiyon üretiminin doruk noktası” olarak bilinir.
 
Türkiye’de günümüzdeki film üretim sayısındaki artışta da sinemamızın sağlıklı olmasını değil, aksine toplumsal ilgiden büyük oranda yoksun olması gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Sadece şunu söyleyeyim, Adana Film Festivalinde en iyi filmi Babamın Sesi aldı, en iyi yönetmeni ise Gözetleme Kulesi (Pelin Esmer), ama ilki gösterim sürecini tamamlamak üzere ve 15 bin civarında seyircisi var, ikincisi ilk haftasını tamamladı ve seyirci sayısı yalnızca 4 bin, o da aşağı yukarı 15 bin ya da altı seyirci toplayacak.
 
Yol’un toplatılma hikayesi ise tümüyle gerçeklerin tahrif edilmesine dayanıyor. Yol çekilirken darbe koşullarında çekildi ve çekimlerde hemen hiç ciddi sorun çıkmadı. Yılmaz Güney’in yurtdışına çıkması meselesi de ilginç, bunu uzun uzun anlattım ve anlatacağım, kaçmadı o hapisten ve Türkiye’den, sadece çıktı. Yol’un Cannes’da ödül almasına karşılık devletimizin tavrı Yılmaz Güney’i vatandaşlıktan çıkarmak ve başta Gören/Kıral/Hiçdurmaz’ı yargılamak oldu. Filmin yasaklanması daha Cannes sıralarına rastladığı için, toplatılmadı, aksine milyonlarca insan kaçak videokasetlerden bu filmi seyretti.
 
Yaklaşık 15 yıl sonra Türkiye’de gösterildiğinde ise, filmdeki Kürdistan yazısı çıkarıldı, öyle gösterildi. Üstelik Yılmaz Güney hakkında yıllar içinde pek çok defa anti-Güney kampanya bilinçli bir şekilde yönetildi. Daha önce yazmadım, ama çok iyi biliyorum: Nihat Behram’ın yazdığı kitap da dahil olmak, resmi makamlarla görüşmeler dahilinde yürütülen kampanyalardır bunlar, yani bir karalama kampanyasından ziyade, siyasi iktidara hayatının son anlarına kadar direnmiş bir insana, sanatçıya, militana karşı yürütülmüş kampanyalardır bunlar.
 
Sonuçta Türkiye’de James Bond filmini çekmeleri için Eminönü Meydanı kapatılabilmesi ve son filminin Türkiye’de 450 bin seyirci tarafından seyredilmesi ile, bundan yaklaşık 40 yıl önce 6. Filo için gelen Amerikan askerlerinin Dolmabahçe’ye dökülmesi arasında çok önemli bir tarihsel bağlantı var. O yıllarda insanlar NATO’ya da ABD’ye de karşı çıkıyordu, şimdi İmam Hatiplilerin rüyasını bile Amerika süslüyor, Gülen yıllardır Amerika’da istirahat ediyor.
 
O dönemin sinemacısı Yılmaz Güney idi, bu dönemin sinema starı Nuri Bilge Ceylan, eğer ikisinin konuşmalarını okursanız aralarında inanılmaz bir söylem farkı var, önce bunu bilelim ardından bir daha düşünelim:
 
“Arkadaşlar, dağlarımız, ovalarımız ve ırmaklarımız bizi bekliyor. Biz bütün ömrümüzü gurbette geçirip gurbet türküleri söylemek istemiyoruz. Biz yiğitlikleriyle destanlar yazmış bir halkız ve önümüzde duran bütün güçlükleri yenecek, azme, kararlılığa ve koşullara sahibiz.
 
Türk, Acem ve Arap devrimci demokratları Kürt Ulusunun kendi kaderini tayin hakkının en candan savunucuları olarak, bu kavganın bir parçasıdırlar ve ortak düşmana karşı savaşmaktadırlar. Ezilen sınıfların sınıf kardeşliği en güçlü silahlarımızdan biridir.
 
Dost ve düşman herkes bilsin ki kazanacağız ve mutlaka kazanacağız.
 
Bir köle olarak yaşamaktansa, bir özgürlük savaşçısı olarak ölmek daha iyidir.”
 
Sadece şunu hatırlatayım: Dizi sektöründe aşırı çalışma ve yorgunluktan dolayı yaşanan kazalarda hayatını kaybeden arkadaşlarımızı, çaresizlikten “martyr” kabul edip etmeme noktasına geldik, bu kadar inanılmaz çetin koşullarda yaşıyoruz. Bir de şu ümit veren söyleme bakınca insan şaşırıyor, hepsini bırakın, dizilerde çalışan insanların bir süre sonra hayattan kopması bile yeterli değil mi sorunlarımızın ne kadar ciddi olduğuna.