Önce Bir Zamanlar Anadolu’da filmini seyrettim, 3 ay sonra ise Bir Ayrılık’ı. Farhadi’nin ilk seyrettiğim filmiydi. Nasıl şaşırdığımı anlatamam. Seyreder seyretmez zihnimde Nuri Bilge ile karşılaştırdım, karşılaştırılmayacak gibi değildi.

Pek çoklarına göre Nuri Bilge’nin filmleri yapıları gereği yerli değildir, bu filmler Anadolu kokmaz, Avrupalı birinin anlatımı gibi gelir.

Yıllar önce bir belgeselde de demiştim: Nuri Bilge Ceylan, Avrupa Eleştirel Gerçekçiliğinin çocuğudur. Daha da önemlisi Nuri Bilge’yi Nuri Bilge yapan faktörlerin başında gerçekten kendisinin de çok iyi bildiği gibi Boğaziçi Üniversitesinde okuması yatar. Çünkü orada kendini dinleyecek, kendisi üzerinde baskıları azaltacak bir atmosfer bulmasının yanında -ki bu çok önemlidir, çünkü o yıllarda zaten babasının hayal kırıklığı sonucu inzivaya çekilmesi nedeniyle Anadolu insanından kopuş sürecini yaşıyordu, bu şiddetli kopuşu en verimli yaşamasını sağlayan ve Anadolu insanını anlamasını sağlayan ilk yabancılaşmanın ev sahipliğini yaptı Boğaziçi- üniversitenin kütüphanesinde kendisini Avrupa Kültürüne yakınlaştıracak kaynakları da buldu. Aynı yabancılaşma yıllar sonra Avrupa deneyimini yaşadıktan sonra Anadolu insanı ile köklü bir barışma sürecini yaşamasının da zeminini ördü. Bu nedenle bugün belki de Anadolu insanı ile en barışık yönetmenlerimizden birisidir, içine girmese bile uzaktan olsa bile insanımızı sever, tam da yabancılaşmış türkünün sözleri gibidir ilişkisi, “Orda bir köy var uzakta, gitmesek de görmesek de, o köy bizim köyümüzdür.” Nuri Bilge için de aynı tavır, ne kadar dışında kalırsa, ne kadar onları onlar kendisine çok karışmadan gözleyebilirse, o kadar barışık bir şekilde onlarla yaşayabilir. Ben Nuri Bilge’nin hayatına baktığımda çok önemli bir şeyin izlerini bugünden görüyorum, giderek kaçınılmaz biçimde en büyük korkusunun gerçek olduğunun farkındadır. Gittikçe konuşmak için daha çok zorlanan ve inzivaya çekilmeye giden bir eğilimin izleri bugünden görülebilir. Ama Boğaziçi’nin bir başka önemi daha var ki o da bugünkü estetiğinin içinde çok önemli bir yer tutar, Avrupa resim sanatının, fotoğraflarının ancak o zaman yaşanırsa çok etkili olabilecek örneklerine kitaplar dolayımı ile olsa bile yaşanmasıdır. Pek çok sinema yazarı bunun hiç ayırtında değildir, ama çok kritiktir, Nuri Bilge Boğaziçi’nin insana huzur veren kütüphanesinde saatlerce ve yalnız başına bu çok değerli sanatçıların eserlerini Avrupa baskılarıyla veren kitaplarıyla geçirmiştir, kendi kompozisyonundaki yoğunluk bugün karşımızdaysa, bunun temelleri o zaman geçirilen kitaplarla yaşanan yoğun etkileşimli zamanda aranmalıdır.

Nuri Bilge Ceylan, sinemamızda biçimsel anlamda gerçek bir yenilikçidir, çok zor erişilebilecek bir düzey tutturacak kadar da büyüktür, biçimsel mükemmellikçiliği bana bizim eski bir deyimimizi hatırlatır: tereciye tere satmak. Hakikaten de Nuri Bilge Ceylan, biçimsel mükemmelliğin memleketi Avrupa’ya ve Fransa’ya, oradan da Paris’e mükemmel biçimler satıyor, bugünkü sinemada bu düzeyi tutturmak anlamında dünya çapında biricik bir isim olma başarısı gösterecek kadar başarılı.

Peki, şu yerlilik meselesi ne olacak? Açıkça söylemek isterim, burada tam bir paradoks var.

    Nuri Bilge Ceylan, bizim anlatı geleneğimize aykırı bir isimdir.
    Nuri Bilge Ceylan, bizim insanımızı en iyi anlatan sinemacılarımızdan birisidir.

Nasıl mı? Çok basit aslında, bizim insanımızı bize ait olmayan bir geleneğin içinden geçerek anlatıyor, bizim insanımızı anlatıyor, bizi anlatıyor.

Peki, nedir bu gelenek?

Bunun için işte Farhadi devreye girmelidir. İsteyen Farhadi Pers geleneğinden geliyor desin, ben buna inanmıyorum. Farhadi elbette bir doğu geleneğinin parçasıdır, bunu kabul ederim, ama Farhadi’nin sinemasını ele aldığımızda çok açık bir biçimde gerçekçilik, ama özellikle de Rus gerçekçiliğinin karşımıza çıktığını görürüz. Peki, o zaman doğu anlatısı içinde nasıl yer alıyor? Çok basit, doğu demek sözel anlatı demektir, doğu demek hikâye anlatmaktır, doğu demek söz demektir, doğu demek eliptik anlatıyı yeterince bilmemek demektir. Tam da burada karşımıza çıkan olgu şudur: Hem Nuri Bilge hem de Farhadi sinemada mükemmel eliptik (eksiltili) anlatı ustalarıdır. Farhadi biçimsel mükemmellikten uzaktır, hatta bunu aramaz bile, o aslında bir metin yazarıdır, duygulara odaklanmıştır, ama Rus edebiyatını andıracak denli eksiltili anlatıyı kullanarak yapar bunu. Nuri Bilge ise zamanda konuşulan boyuttan daha çok suskunlukların, sözün gizlendiği anların, itirafın, sessizliğin yoğunlaştığı anların insanıdır. Farhadi’deki metinsel mükemmellik Nuri Bilge’de yoğun anların yakalanması, ifade edilmemiş ama duyumsanmış, bir an kaybolan hislerin yakalanmasına dönmüştür. Nuri Bilge’nin metni eksiktir, onun filmlerinde yaşamın coşkusu, insanın ifşa edemeden duramadığı, söze aç olduğu anların kendisi, anlatının bütünlük hali, karakterin iç dünyasındaki fırtınaların adım adım örülmesi eksiktir. Bu anlamda ben Farhadi ya da Nuri Bilge daha iyidir tartışmasını abes bulurum, gerçek şudur, iki ayrı geleneğin sinemasıdır, siz hangi geleneğe yakınsanız, ona yakınsarsınız. Nuri Bilge’de içteki duyumsamanın derinliği ve sessizliği ile karşılaşırsınız, Farhadi’de duygularınızın yoğunluğunu yaşarsınız, kim diyebilir ki duygular duyumsamadan daha önemlidir, kim diyebilir ki duyumsamalar duygulara üstündür. Duyguların da bir hakikati vardır, duyumsamanın da yoğunluğu ve insan ruhunu kavramadaki bir üstünlüğü, gelenek farkı burada tam anlamıyla karşımızdadır.

Berivan Kardeşime bir not:

Aydınlık’taki yazısında benim geçen haftaki yazımı konu almış. Yer yer fikir ayrılığı var, ama bir yanlış anlatma ya da yanlış anlaşılma da olmuş. Benim kendimle çeliştiğimi söylediği fikirler, “sanatın ilerici bir taraf tutması…” diye başlayan alıntısında konuşan özneyi şaşırmış, dolayısıyla öyle düşünüyorsam zaten politik olanı niçin savunuyorsun diye haklı olarak soruyor. Ama yanlışlık şurada, onları savunan ben değilim, onlar Nuri Bilge’nin düşünceleri.