Eskiye sahiden rağbet oluyormuş ki, nisan ayı sonunda Büyülü Fener Kızılay salonlarına da nur yağdı. Aradan yıllar geçtikten sonra bu sene nihayet Ankara Uluslararası Film Festivali’ne gitmek nasip olmuştu. Acil denebilecek bir durum doğdu, SİYAD Jürisi’ne katıldım. Özlemişim de. Sadi Çilingir ve Ali Koca ile benden oluşan jürimiz, anlaşan ve çabuk karar veren bir jüriydi. Ama sonuçta da Ulusal Jüri’nin 14 ödülüne karşın biz tek bir ödül veriyorduk: Reha Erdem’in 'Koca Dünya'sına verdik onu da. Ben zaten yarışma filmleri gösterilmeye başlamadan üç gün önce gitmiştim, İstanbul’da kaçırdığım filmlerin çoğunu bu sayede izledim.

Üstüne nur yağan türden filmlere, Ankara ve İstanbul festivallerinden alışkınız zaten. Ama, artık biz yaşlanıyoruz da, “Nerde o eski....?” faslına mı geçtik, yoksa sahiden bunlar daha iyi filmler miydi, bilemeyeceğim.

Bildiğim şu: Wim Wenders’in adeta genç yaştayken izlediğim filmi 'Paris, Texas', sanki eskisinden de incelikliydi, dokunaklıydı. Nastassja Kinski ne kadar gençmiş! Hayranı olduğum Harry Dean Stanto ise, gelmiş geçmiş en iyi aktörlerden biri. Emily Dickinson’a aynı gözle bakmıyor olsak da, Terence Davies Retropektifi gerçek bir hazineydi. 'Zaman ve Şehre Dair' ile 'Uzak Sesler, Durgun Yaşamlar'a hep birer şaheser gözüyle bakmışımdır.
Yalnız onlar mı? Anısına, Ustalar, ve sair benzer başlıklı festival bölümleri ile retrospektifler, o sinemacıları eski filmleriyle, o eski günlerin rüzgârıyla, kişisel ve toplumsal çalkantılarıyla hatırlayan bizleri ister istemez derinden sarsıyor. Belki onun için, şahsen bunları 'eski filmler'i bilen, daha önce izlemiş kişilerle konuşmayı tercih ediyorum. Zaten bakış açımız da farklı oluyormuş. Volker Schlöndorff bu yıl Cities’de, 'Unutulmayan Aşk'ın beni nasıl etkilediğinden kısaca söz ettiğimde, “Bu yaştaki insanlar, gençlerden farklı yorumluyor,” demiş ve bizim yorumlarımızın kendi düşünrdüklerine yakın olduğunu ima etmişti. Benden üç yaş büyük olduğu için kendisine bir ağabeye gösterilen saygıyı gösterdim. Filmi de çok sevdim.

Ona bakarsanız, nispeten genç Jim Jarmusch’un ilk izlediğimiz filmi 'Stranger Than Paradise'dan bu yana da neredeyse otuz beş yıl geçmiş. Gerçi hayranı olduğum yönemenin Iggy Popp ve The Stooges belgeseli 'Gimme Danger' yönetmene pek yakışan bir film değildi. Ben festival dışı ama gene Büyülü Fener’de izlediğim, Güverte Film yapımcılığında, Sertan Ünver’in yönettiği, Blue Blues Band ile Yavuz Çetin ve Kerim Çaplı efsanesini aktaran 'Blue'yu çok beğendim, ama Jarmusch da Jarmusch’dur.

İlk duyduğumda adına gıcık olduğum Wajda filmi 'Ardıl Görüntü'ye ise az daha gidemiyordum. Neyse ki böyle bir şey yapmamışım. Bizim Sinematek ile başlayan ikinci sinema hayatımızda tanıdığımız ilk ustalardan biri olan Andrzej Wajda, tam kendisine, onun unutulmaz klasiklerine yaraşan, eski usul bir film yapmış. Buradaki ‘eski usul’ü kesinlikle iltifat anlamında söylüyorum. Göremediğim (yeniden!) Antonioni, Bergman ve Rivette filmlerine de selam olsun. Agnieszka Holland’ın çok eski tarz olduğu konusunda uyarıldığım 'İz'ine ise bayıldım. Ne de olsa, artık biz de eski tarzız. İldiko Enyedi’ye gelince, Berlin’in bu Macar fatihi de bizim yabancımız değil. 1989 yapımı filmi 'Benim Yirminci Yüzyılım' İstanbul Film Festivali’nde ödül aldığında, yönetmen gencecik bir kızdı. 'Ruh ve Beden Üzerine' de bu yıl Berlin’de ödül aldı. Etienne Comar’ın 'Django: Sürgün Melodiler'i ise İstanbul’da kaçırdığım bir başka müzik belgeseliydi. Bir Django Reinhardt hayranı olarak neredeyse tamamını burnumuzu çekerek izledik. Dünya Festivalleri bölümünden kaçırdığım iki film ise, 'Kartal Avcısı' ile 'Dünün Çiçekleri'.


Ulusal Yarışma da memnuniyet vericiydi. Filmlerin genelde vasat üstü kalitede olduğunu düşündüm. Bu arada, jürilerden iltifat görmeyen Kazım Öz filmi 'Zer'i çok beğendiğimi de ilave edeyim. Lafın kısası, Ankara Uluslararası Film Festivali, keyfimize keyif, bilgimize bilgi kattı. Eh, biraz da ağladık ama olacak o kadar!