O bizim Ali Butto’muzdu; ağır abimizdi. Ağır ve amansız hastalığa yakalandı. Amansız hastalık zamansız aldı aramızdan. Ömrü hayatını ağır işlere adayan, devrimin ağır yükünün altına gözünü kırpmadan giren,

O bizim Ali Butto’muzdu; ağır abimizdi. Ağır ve amansız hastalığa yakalandı. Amansız hastalık zamansız aldı aramızdan. Ömrü hayatını ağır işlere adayan, devrimin ağır yükünün altına gözünü kırpmadan giren, faşizme ve her türlü kötülüğe aman vermeyen ağır abilerin kaderi midir bu?

Daha geçenlerde yitirmedik mi, aynı amansız hastalıktan Dursun Karataş’ı…

Bunun böyle olacağı belliydi. Belliydi; herkes biliyordu ama kimse kimseye bir şey söyleyemiyordu. Devrimci Yol davasında “ölemediğim için devrimcilerden ve halkımızdan özür diliyorum” dediği an anlaşılmıştı aslında; ölümün nerede olacağını kestirmek güçtü ama ne yazık ki uzun süreceği ve zor geçeceği aşikârdı. Sanki ölümle bir kez daha sözleşiyordu o cümlesiyle; sıkıyönetim savcılarının, hâkimlerinin karşısında, dava arkadaşlarının önünde.

Hep önde değil miydi zaten; devrimcilerin önüne düşmek, en önde yürümek, aynı zamanda kimsenin söyleyemediğini söylemek, herkesin aklından geçirdiğini, söylemekten çekindiğini alenileştirmek değil miydi? Ağır abi dediğin böyle olmaz mıydı?

Kendi adına değildi bu özür; sıkıyönetimciler anlamamıştı bunu ama dava arkadaşları ne anlama geldiğinin farkındaydı. Herkes biliyordu, bu, Devrimci Yol’un Türkiye’ye, kendisine umut bağlayan yoksullara, delifişek delikanlılara, kızlara özrüydü.

Yenilmemeliydik, yenildik; belki de hepimiz 12 Eylül’e karşı direnişte, sokakta, dağda, işkencede ölmeliydik; ölmedik.

Yaşamayı seçtik; Allah kahretsin seçtik işte.

Şimdiye kadar hep ölüm yenilmişti; 12 Mart’ta, iç savaş günlerinde, 12 Eylül’de. O başka bir şey istese de, galip gelememişti ölüm. 

Ölmek isteyip de ölememenin acısını bir ömür boyu üstünde taşımak nasıl bir şeydir, bilmek mümkün mü? Bize düşen sadece bunu hissetmek. Bunu başarabildik mi? Asıl sorunumuz bu. Sanırım bugün solun yaşadığı sorun da bu.

Soldaki yarılmanın, bunu hissedenlerle hissedemeyenler arasında yaşandığını bilmek gerekiyor.

Biz hissedenler, hissettiğini düşünenler; Ali Başpınar’ın önce gözlerinin derine gömüldüğünü fark edenler, gözlerindeki anlamı çözenler; ağzından dökülen, ağza alınmayacak küfürlerin sırrına ulaşanlar, kızgınlığına tanık olanlar, kızgınlığının nedenini anlamaya çalışanlar; ölmediği için özür dilenmesinin ne anlama geldiğini bilenler, biz hepimiz soldaki yarılmada Ali Başpınar’ın yanında, hassasiyetlerinin safında yer alıyoruz.

Bakın, safta bulunanların, safa gelmek isteyenlerin boğazından haram lokma geçmemesi gerekiyor. Devrimciliği şan, şöhret ve kişisel ikbal için yapmaması gerekiyor. Galibiyeti mutlak görmemesi, yenilgilerden üstüne düşen payı alıp gereğini yapması gerekiyor. Aşkla sarılması devrime, aşk için fedakârlık yapılması gerektiğini bilmek gerekiyor. Ali Başpınar gibi yaşaması gerekiyor

Ali Başpınar’ın, 70’li yıllarda, üç günden fazla bir ilde kalmadığını, 24 saatini değil, kocaman bir ömrü Devrimci Yol’a adadığını; fedakâr, çalışkan, kararlı, gözü kara kadrolar sayesinde Devrimci Yol’un yaratıldığını bilmek gerekiyor.

Ali Başpınar’ın safında olanlar olmasaydı, Devrimci Yol’un da olamayacağını, bugün solun haline bakıp diz dövenlere anlatmak gerekiyor.

Soldaki yarılmanın müsebbibi Ali Başpınar’ın özür dileyen konuşmasıdır. Çünkü saflaşmanın diğer kısmında bulunanlar, devrim ya da herhangi başka bir ülkü uğruna bırakalım ölümü, verili konumlarını bile değiştirmeyi göze almayanlardır.

Tarihe gömmeye çalıştıkları böyle bir ruh halidir, solu yeniden yapılandırma denen şey budur.

Ne diyelim; gözleri aydın olsun: Ağır abilerden biri daha göçtü gitti bu dünyadan. Onlar köpeksiz köyde değneksiz gezmeye devam etsinler; devrimin, uğruna ölünesi bir şey olduğuna inanan Ali’ler çoğalana kadar…

Ali Başpınar bizim badem gözlümüzdür. O bizim ağır abimizdir; O bizim Ali Butto’muzdur.