Nasıl yorulduysam ve seçimler yaklaştıkça içimi nasıl bir huzursuzluk kaplamışsa, yatağımda uyumak yerine, Cavit Abi’nin kayığına attım kendimi. Kayığın gövdesine vuran dalga seslerini dinleyip gökyüzünde bulutların arasında zaman zaman gözüken yıldızlara bakmak bile uykumu getirmedi.

Ernst Bloch, insanın sırf kendiyle baş başa kalmasının huzursuz olması için yeterli olduğunu yazmıştı. Huzurlu olmak başkalarıyla olmak, yani yalnız olmamak ve spiritüel araçlarla kendinden uzaklaşarak mümkün olabilir ancak. Pessoa’nın ‘Huzursuzluğun Kitabı’nı ya da Yusuf Atılgan’ın ‘Aylak Adamı’nı okurken de aynı duyguya kapılmıştım, insanın kendine tahammül etmesi gerçekten güç iş, bir de böyle bir ülkede, dünyada yaşıyorsan. Bloch, ‘İzler’de, “yalnızken çoğu insan kaçıktır” diye yazmıştı. Yaşadığımız bu toplum, yalnız insanlarla dolu olduğu için mi böyle çıldırdı acaba? Neydi insanları bu kadar yalnızlaştıran, kendileriyle hiç baş başa kalamayacak kadar zorlayan?

Gökyüzündeki yıldızları bulutlar örttüğü zaman, iktidarı için her tür kışkırtıcılığı göze alan bir siyasi partiye insanların oy verecek olmasıyla bu çıldırtıcı yalnızlık arasındaki ilişkiye dair düşünürken buldum kendimi. Ekonomik ve toplumsal yapıda yaşanan değişimlerin insanların kişiliğini nasıl değiştirdiği yazılıp çizildi çok. 12 Eylül’den sonra yaşananlara bakarak bu değişim açık bir biçimde görülebilir. Cumhurbaşkanı’nın sözlerine, neredeyse narsisistik gelecek kadar yaptığı “ben” vurgusuna ve özgüvenine bakarak da...

Yapılan “ben” vurgusunun, özgürlükçülerin kullandığı anlamda birey olmakla bir ilgisi yok elbette. Tam tersine, kendi benliğinin sınırlarını bir ölçüt olarak belirlemiş, özerk olmak istediği kadar güçlü bir bağlanma ihtiyacı da duyan insanların yaşadığı gerilimi ifade eden bir “ben” vurgusu... Böyle bir kişi, bir yandan sansüre karşıyım der, bir yandan da her tür sansür mekanizmasını devreye sokar ve yaptığı şeyde bir çelişki görmez. Her şey siyah ve beyazdan ibarettir onun için, kurduğu partiye isim seçerken bile dikkat eder buna; bir şeylerin karşısında ve bir şeylerin yanında olduğu net olmalıdır, bizdensin ya da değilsin... Ama sorun şudur ki, gerçekte hiçbir konuda bir netliği yoktur. Fikir sahibi olmadığından, karşısında olduğu, düşman bellediği şeye göre belirler kendisini. Siyaset yapma malzemesi, düşman bellediği geçmiş iktidarın kötülüklerine dair propaganda ve eğilim araştırmalarından ibarettir. Eğilim araştırmaları, pazarlama stratejisi olarak gördüğü siyasetin vazgeçilmezidir ve bu yüzden medya, hiç bu kadar pervasızca kullanılıp hırpalanmamıştı. Davalar açılıp televizyonda ya da meydanlarda gazetecilerin hedef gösterilmesi, boşuna değil.

Peki neden bunca olup bitene, iş cinayetlerine, yolsuzluklara rağmen oy alabiliyor böyle partiler? Çünkü 12 Eylül’le birlikte yaşanan kopuş ve Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte dünyaya egemen olan ideoloji, yarattığı ekolojik ve ekonomik krizlerle, savaşlar ve salgın hastalıklarla güvencesizliği ve güvenliksizliği dayattı insanlara. Bütün bunlara serbest piyasa koşullarının yarattığı, her ne kadar olumlu yanları da olsa “ben” odaklı kültürel değişim ve çokkültürlülük de eklenince, toplumsal rol ve kimlik karmaşası, insanların kendilerini çaresiz ve boşlukta hissetmelerine neden oldu. Köktendinci hareketlerin tam da böyle bir zamanda yükselmesi, bu yüzden hiç şaşırtıcı değil. Almanya’dan gelen bir sosyolog, Almanya’dan IŞİD’e katılan gençlerin ruh hali için de benzer şeyler söylemişti. Bazılarının IŞİD’e katılmadan evvel “çılgın” bir hayat sürdüklerini, gerçekte iç dünyalarında büyük bir karmaşa ve boşluk duygusu yaşadıklarını ve köktendincilikte buldukları huzuru, başka hiçbir kültürel ya da sentetik uyuşturucunun veremediğini söylemişti.

Çözüm, eskiye dönmeyi arzulayan politikalarda değil elbette, küreselleşme geriye alınacak bir şey değil. Mesele, Paul Ricoeur’ün Fransa’daki köktendinciliğin yükselişiyle ilgili söylediği gibi, hayata düşman yıkıcı hareketlere insanların neden ihtiyaç duyduğunu anlayacak ve taleplerine doyurucu çözümler üretecek siyasi görüşlerin gelişmesine sistemin izin vermemesi. Bu bizim ayıbımız diyordu Ricoeur. Gezi’den bu kadar çok korkulmasının nedeni de buydu, küreselleşme karşıtı hareketlerin kalkış noktası da... Böyle bir iktidarın varlığıyla yaşıyor olmak, artık çok ama çok ayıp, bunca korkunç acı şey yaşanmışken...

Bulutlar gökyüzünü iyice kaplayınca, ilk yağmur taneleri de düşmeye başladı. Küreklere asılıp karaya dönerken, Turgut Uyar’ın “o trenler, o kaçmalar, o deniz yağmurları” dizesini yazdığı şiiri hatırlamaya çalışıyordum, yönümü değiştiren...