"O ego kaç kilo?” diye okumuştum hatırlayamadığım bir yerde seneler evvel. Sonra içimden eklemiştim: "Sırtımızda neyi taşıdığımızı bilelim.” Günün en başından yorgun uyanmaya aşina bir nesiliz

"O ego kaç kilo?”

YEŞİM COŞKUN

Bir varmış, ve "bir” sayma sayılarının en küçüğü olduğu için yetmemeye başlamış. Önce ikiye, sonra üçe, dörde tırmanmış insanlık ve sonu gelmeyen bir yükselme gayreti başlamış. Herkes koştur koştur en yükseğe, en tepeye çıkmaya çalışırken bu sonsuz merdivenler diyarında, kaçınılmaz hadiseler de boy gösterir olmuş yarışçılar arasında. Kimisi iki basamak yukarısındakini eteğinden çekmiş kendisini geçmesin diye, kimisi bir başkasının üstüne basmış daha tepeye çıkma gayretiyle. Kimisi de teker teker çıkmış basamakları, sakin sakin. Sakinlerle hiddetliler arasındaki fark ise egolarının ağırlıklarıymış.

"O ego kaç kilo?” diye okumuştum hatırlayamadığım bir yerde seneler evvel. Sonra içimden eklemiştim: "Sırtımızda neyi taşıdığımızı bilelim.” Günün en başından yorgun uyanmaya aşina bir nesiliz. Bir önceki günden kalma yorgunluklarımızla, dilimizde "Ne kadar uyusam yetmiyor,” sözü hayatın içine karışıyor, benzer günleri tekrar tekrar yaşayıp duruyoruz. Bu bezginlik, bitkinlik hayat gailesinden; sırtımızdaki yük, iş güç telaşından sanıyoruz ama aslında en büyük yükümüz başkalarının egosunu sırtımızda taşımak, en büyük gailemiz ise başkalarının kederine ortak değil işçi olmak.

Eline bir yetki geçecek olsa kendi faşizmini özgürlük diye cümle aleme dikte edecekler, isminin yanında bir büyük unvana esir, adının altını defalarca kırmızı kalemle çizenler, en ufak bir iyilik yaparken bile gösterişçi, "İyiliğimin Oscarlık filmi” diye özel gösterim tertip edenler, onaylanmak için onarılmaz yaralar açmaktan gocunmayanlar, özenliden çok hassas olanlar... Sırtımızdaki yük sepetini sabah dokuz akşam beş mesai saatleri değil, o mesai saatleri arasında egosunu taşıdığımız insanlar doldururlar.

Biz geçim kaygısıyla bir işe gireriz, o işte en büyük kaygımız hayatımızı geçindirmek değil, patronumuzla iyi geçinmek olur. Biz bir fikrin peşinden gitmek için yola düşeriz, o fikir çoktan bir başkasının egosunun altında şekil değiştirip hamur gibi yoğrulmuştur. Biz bir hayal uğruna denizlere yelken açarız, o hayal kendi denizi ile değil başkasının yarattığı fırtınayla mücadele etmekten yorulur. Neden yoruluyorsak altında başkasının alkışlanmamış fikri, neden yenilgiye uğruyorsak başkasının iktidar mücadelesi.

Toplumlarda da böyledir. Ailenin yorgunluğu evdeki iktidar kişinin huzursuzluğundan, mahalledeki bezginlik, ortama huzursuzluk salan bir "kendiyle her zaman dargın”dandır. Semte açıldığınızda, kendini iyice gösterebilmek için köşebaşlarında sağa sola laf atıp duran delikanlıları görürsünüz. O semtteki genç kızların mutsuzluğu da, kendilerine ne kadar erkek olduklarını ispatlamaya çalışan delikanlıların egosunu taşımaktandır. Delikanlılar ise kendilerinden önce erk olmuş atalarının egolarını taşırlar. Sattıkları erkeklik pozları ile başkalarının düzeninin bugüne taşıyıcısıdırlar.

Ülkeye geldiğimizde ise bütün bir toplumun baştaki kişinin egosunu taşıdığını görürüz. Yönetenin doğrusu, inancı, ırkı ve dili yönetilenin sırtında kambur olur. Koca bir toplum, başkasının egosunu taşıdığının farkında olmaksızın kendi yükünü onun gibi olmayanın sırtına atarak hafifletmeye çalışır. "Sen oruç tutmuyorsun,” denir, "Sen evlenmiyorsun, anne olmuyorsun, yarım kadınsın”, "Geleneksel aile yapımıza uymuyorsun”, "Toplumsal ahlâk kurallarımızı bozuyorsun”... Çünkü yaşam biçimleri ve gelenekler de yarıştır bir saatten sonra. Onların geleneksel aile yapısı, diğerlerinin bireysel hayatından üstün olmalıdır. İşte o sonsuz merdivenler diyarında kültürler bile birbirleriyle yarıştırılır, çeşitli şarkı ve film yarışmaları adı altında. İnsanlar ise kendi fikirlerini savunuyor olmanın itimatı ile başı dik ve cüretkâr, birbirlerine meydan okurlar, savundukları şeyin bin yıllık egolar olduğunun farkında olmaksızın. Hani çocuk masumiyetiyle sorardık annemize: "Anne orada niye öyle yazılmış ki? Bu kural neden konulmuş? Oraya neden gidemiyoruz?” Annelerimiz "Dünyanın düzeni,” derdi, "Ne bileyim çocuğum, çok sorgulama, kafana takma.” Kafamıza takmadığımız bütün kurallar, toplumların "gelenekselliği” oldu. Sırtımızdan atmadığımız bütün egolar ise başkalarının iktidar nakliyatı. Biz, ne zaman yalnız kendi hayallerimizi, fikirlerimizi taşımaya başlarsak o zaman sırtımızda yük değil, omuzlarımızda nişane taşıyor olacağız. Biz, kendimiz olmadan kurtulamayacağız.