Bu kadarı da olmaz dediğimiz her şey oluyor. Ve maalesef böyle gidersek “bundan daha kötü ne olabilir?” sorusunun yanıtını da görme şanssızlığına sahip olacağız. Çünkü her şey kendini tekrar ediyor. Binlerce kişinin kanına, hayatına girmiş, milyonlarca insanın geleceğini bitirmiş, koskoca bir ülkenin genetiğini değiştirmiş bir darbeciyle bile hesaplaşamadı bu ülke. Cenazesi o devlet kurumundan öbür devlet kurumuna şaşaayla götürülürken samimiyetsizce peşinden gidiliyordu. Ona yapılan cenaze töreninde koskoca bir devlet samimiyetsizliğinin yanında iki kişi samimiyetle duruyordu. İkisi de kadındı. O kadınlardan birisi “Hakkınızı helal ediyor musunuz?” diye sorulduğunda “Haram olsun” diye avazı çıktığı kadar bağıran Lamia Duraktı. Anlatıyordu: Bu kararı 35 yıl önce aldım. “Eğer Kenan Evren’den önce ölmezsem Allah’ım bana ‘haram olsun’ diye bağırmayı nasip et diye dua ediyordum.” Ve orada, o cenazede, samimiyetsizliğin orta yerinde dürüst bir şekilde duran ikinci kişi de bir kadındı. Kenan Evren’in kızı Şenay Gürvit. Anlatıyordu: “Bunları hak etmedi. O günden bugüne aynı anayasayla yönetiliyoruz”. Bu iki kadın koskoca bir devletin ve ülkenin önemli bir kısmının yapamadığı şeyi yapıp en samimi halleriyle ortaya çıkıyorlardı. Bir darbecinin yüzünden işkenceden geçmişlerin, dar ağacında sallanmışların, bedel ödemişlerin ruhuyla oraya geldiğini söyleyen bir kadın ve diğer yandan ona karşı çıkanlar bile onun yaptığı anayasaya sığındı diyen bir başka kadın. İkisi de doğruyu söylüyor, ikisi de yüzleşiyor, ikisi de yüzleştiriyordu.

Oysa bugün ona küfredenlerin büyük kısmı onun yaptığı anayasaya % 91.4 evet demiş, alkışlamış, onu sırtında taşımış, sevgi seliyle karşılamıştı. Ve dahası, tam da kızının söylediği gibi yaklaşık kırk yıl boyunca, bütün kötülükler onun sırtına vurularak, aynı faşist anayasayla bir ülke yönetilmişti. Bu iki kadın da haklıydı. Bizim devletimizin, siyasilerimizin ve toplumumuzun tarihi boyunca olamadığı kadar haklı, samimi ve acı yüklüydü.
Evet, darbe girişiminin kendisi bu ülke için ağır trajedidir. Ancak daha ağır olan toplum olarak vermemiz gereken kimi sorulara verecek yanıtlarımızın gittikçe daha fazla değişiyor olmasıdır. Toplumsal bir arada yaşamın etik ve ahlaki ayakları artık çökmüştür. Bunun yeniden inşasının tek yolu ise adaletin sağlanmasından geçmektedir.


Ulus -her zaman olmasa da- “devlet”, devlet ise -yine her zaman olmasa da- “ordu” demektir. Her devlet kendini her an açığa çıkarabileceği saf ve kaba şiddet temeline oturtur. Demokrasi bu şiddet tekelinin üzerinde yeşermeye çalışır. Bir ulus devletiniz varsa başka alternatifiniz yoktur. Ancak devlet elbette bununla kalmayacaktır. Hikayeye zaman geçtikçe “Neden birlikte yaşıyoruz?” ve “Birlikte nasıl yaşamalıyız?” soruları dahil olacaktır ki işte bu sorulara verilecek yanıtlar bir devletin saf ve kaba şiddetinin üzerinde nasıl bir toplumun şekilleneceğini belirleyecektir. İlk soruya verilen yanıtlar bir ulusun (milletin) doğmasına ya da yok olmasına giden süreci başlatacağı gibi, ikinci soruya verilen yanıtlar ulusların sahip olacağı ideolojik yapının nasıl olacağını belirleyecektir.

Darbe geçti. Ancak darbe girişiminin başarı ya da başarısızlığını belirleyecek olan şey artık darbeciler değil. Bunu belirleyecek olan şey yukarıdaki ikinci soruya cevap verirken demokrasiden, adaletten, liyakattan, insan haklarından yana tavır koyulup koyulmaması olacaktır.

O iki kadın da haklıdır. Ve onların söylediklerini birleştirip okumazsak bir arpa boyu yol gidemeyeceğimiz de bellidir: “Haram olsun, o günden bugüne aynı faşist anayasayla yönetiliyoruz”.