Nerden mi geldik buraya? Geçen yıllara bakınca, kendimi teknesi alabora edilmiş bir genç gibi hissettiğim günlerden, gençlerin yelkenine fırtına olma arzusuna yakalanmak üzere bir ihtiyar adayı olarak buluyorum kimi zaman.

O iş öyle olmaz mı gerçekten?

H. TUĞÇA ŞENER

İnsana olan inancı kırılmış ihtiyarların bu inanç yorgunluklarını sanki yaşlılığa bağlı kemik erimesi gibi kaçınılmazmışçasına gençlere anlatmasına merhametsizlik der bir yazısında sevgili Ece Temelkuran. Belki de günümüzün en büyük merhametsizliklerinden birisi bu. Kendi başarısızlığını sindirememekten mi, yoksa kendi yapamadığını başkasının yapmasını istememekten mi bilmiyorum ama ihtiyarlarda öyle kibirli bir “sen yapamazsın” fırtınası var ki yelkenine rüzgâr olmak değil, tekneni alabora edecek bir fırtına olmak arzusu var sanırsın. Belki de yine Ece’nin dediği gibi, hayattan intikamlarını gençleri bükerek almak istiyorlar. ‘Kendi yılgınlığını etraflıca bir anlatıp “senin de başına bu gelecek” deyince sanki kendi hıncını haklı çıkaracak gibi.’

Nerden mi geldik buraya? Geçen yıllara bakınca, kendimi teknesi alabora edilmiş bir genç gibi hissettiğim günlerden, gençlerin yelkenine fırtına olma arzusuna yakalanmak üzere bir ihtiyar adayı olarak buluyorum kimi zaman. Bundan 3 yıl kadar önce, Türkiye’de üyesi olduğum nadir derneklerden birinde artık aylık dergimizin yayınlanmayacağı kararı duyurulmuştu. İlgili komisyon başkanına “Ben daha önce bu derginin çıkarılmasında görev aldım ve ekipteki arkadaşların bir kısmını da tanıyorum. Biliyorum ki onlar da bu işe destek olmaktan çekinmez, müsaade edin, bize bir şans verin, bir kez de biz deneyelim” dediğimde bana olabilecek en akademik sevecenliğiyle “o iş senin sandığın kadar kolay değil cici kız” edasıyla cevap veren, şimdiye kadar yaptığı işin geçmişini, ne kadar zor olduğunu ve onca deneyimiyle kendisi ve ekibi yapamıyorsa bizim ne cüretle yapabileceğimizi sandığımızı sorgulatan bir e-posta yazmıştı yetkili kişi. Bu ne ilk engellenişimdi ne de son olacaktı, biliyordum. Ama varlığının her anının tadını çıkaran koca bir karabasanın görünmez eli sanki boğazımı sıkıyormuş gibi hissettiğim nefessizlik, bugün hala içimde aynı öfkeyi uyandırıyor: inanılmamanın ve güvenilmemenin getirdiği bir haksızlığa uğramışlık ve öfke. Nihayetinde zaten vazgeçilmiş, kepenkleri indirilmiş bir işi yeni nesle bırakmak, onlara da bir şans vermek, durumu ne kadar daha kötü yapabilirdi ki diye düşünmüştüm. O gün göremediğim şey, asıl sorunun bize inançsızlıkları değil, bizim bu işin üstesinden gelmemiz durumunda yüzleşmeyi kaldıramayacakları kendi vazgeçmişlikleri olduğuydu. Bana ve arkadaşlarıma yapılmış bu haksızlık karşısında ne söylesem anlamsız gibi hissetmiştim. Çünkü insana ve en başta da kendisine olan inancı kırılmış bu ihtiyar bana, yine Ece’nin dediği gibi ‘“senin de eninde sonunda varacağın yer budur” diye hayata inancını kaybettiğini davul zurnayla ilan etmiş; bu gözle görünmeyecek kadar narin ve nadide zalimlik, varlığı zor ispatlanacak cinsten bir kibir, insanın ancak kendi kendine utanmasıyla durdurulabilecek bir suç’ ile öylesine sert ve kalın bir duvar örmüştü ki, benim de kendime ve insana olan inancım derin bir darbe almıştı.

Halbuki bu olaydan 3 sene önce başka bir ihtiyar “sen zaten yapamazsın” dediğinde kendisiyle iletişimi kesip kendimi işime adamış, herkesi şaşırtacak şekilde az zamanda çok işler başarmıştım. İşte mesele de burada zaten: İnsanın insana ve kendisine olan inancı tek bir darbede kırılmıyor. Ufak ufak geliyorlar insanın üstüne, ufak ufak serpiyorlar o tozları ve küfleri. Sürekli silkinip kendini temizlemez ve tazelemezsen, bir gün kendini küf kokulu tozların ve örümcek ağlarının arasında kımıldayamaz halde buluyorsun. O halde yazamıyorsun, hiçbir şey söyleyemiyorsun, sesini çıkaramıyorsun.

Böylesi ufak ama tekrarlayan ve azimli darbelerle, ince ince kırıldıkça insana ve kendine olan inancın ‘bir kayanın büyük ve lekesiz bir inançla yeniden tepeye çıkarılması fikrine, bu fikrin ilk kez akla geliyormuş gibi heyecan yaratmasına gölge etmek’ geliyor insanın içinden. Alaycı bir gülüşle “yapamazsın evladım” demek “o iş öyle olmaz” diye akıl vermek(!) “sandığın gibi kolay mı” diye uyarmak(!) geliyor insanın içinden. Çünkü “ben yapamadımsa sen nasıl yapacaksın?”

İYİLİĞİN BİZİMLE BİRLİKTE BÜYÜYECEĞİNE İNANMAKTAN BAŞKA ÇAREMİZ YOK

Geçtiğimiz cuma günü sona eren üniversite tercihlerinde kaç ebeveyn çocuğuna “O okulu yazma” dedi sırf onun iyiliği için, kim bilir. Kim bilir kaçı “Başka şehirde tek başına yapamazsın” dedi evladını değil de o yaşlardaki kendini göz önüne alarak. Kaçı “Paranı kazanırsan yaptığın işi de seversin zamanla ama sevmesen de olur, nihayetinde hele bir memur ol da” diyerek kendi yapamadığı tercihleri çocuğuna da yaptırmadı, o zorlukların hiçbirinin bir çaresinin bulunacağına inanmadığı için. Kim bilir?

Ne zaman kendimi böylesi bir yılgınlık ve kırgınlıkla çevrelenmiş, “olur iş değil” dediğim bir şeyi yapmaya çalışan bir genç gördüğümde derin bir iç çekerken yakalarsam “sus” diyorum kendime. “Senin devrin değil şimdi, teknoloji senin yetişmeye çalıştığından kat be kat hızlı ilerlerken imkanlar senin tahmin dahi edemeyeceğin yollardan geçiyor artık.” Belki de kendimizden 20 yıl fazla tecrübeli olanı değil de en fazla 5 yıl tecrübeli olanı dinlemenin vaktidir, kim bilir? Belki de örnek aldığımız kimseleri birebir taklit edip onların sınırlarını özümsemek değil de onları anlayıp nasıl başardıklarını dinlemekte saklıdır geleceğin sırrı. Bizden sonrakilere nasıl başaramayacaklarını değil sadece nasıl başarabileceklerini anlatmakta, bize çelme takanların kalbimizi nasıl derinden yaraladığını değil bize yer açanların bunu nasıl yaptığını kendimize örnek alarak yeni gelenlere imkân tanımaktadır geleceğin iyiliği, neden olmasın?

Tolstoy’un ‘İnsan ne ile yaşar?’ adlı kitabını okudunuz mu bilmem; ben kısa kesip “insan insana olan inancıyla yaşar” diyorum. İnancımızı baltalayan, “benim süründüğüm gibi o da sürünsün, benim çektiğim gibi o da çeksin” diyen, “benim yapamadığım şeyi sen hiç yapamazsın” diyerek ışığımızı kesenlere inat sessiz bir kararlılıkla yolumuzda ilerlemekten daha iyi bir seçeneğimiz yok. Yanıldığımız ve yenildiğimiz yerler elbet olacak. Öyle zamanlarda, tökezlemenin aslında ilerlemenin bir parçası olduğunu kendimize hatırlatacak kimsemiz olmasa bile, tüm zorluklara rağmen kat ettiğimiz her adımda biraz daha tamir edeceğiz kendimize ve insana olan inancımızı. Çünkü iyiye ve iyiliğin bizimle büyüyeceğine inanmaktan başka çaremiz yok. Çünkü bizim yükselmek için başkalarını düşürmeye ihtiyacımız yok. Yolunuz açık, gökyüzünüz yıldızlı olsun!


Italik kısımlar Ece Temelkuran’ın Eylül 2017’de Kafka Okur’da yayınlanan “Gürültüde İnanmak” yazısından alıntıdır.