Film en büyük şiddetin dindarlardan geldiğini net bir şekilde söylüyor! Bunun dışında söylediği ise bana göre çok tehlikeli bir şey: Âlem buysa kraliçe Michéle’dir gibi bir şey

O Kadın: Duyarsızlık güç değildir!

“O Kadın”, tek bir kadın hakkında bir film değil. Merkezinde filmin adının işaret ettiği Michéle (Isabelle Huppert) var elbette ama Michéle’in çevresinde bir dolu başka karakter var. Bu karakterlerin çizdiği bir çevre var ve bu çevre korkutucu derecede sığ ve riyakar. İnsanlar teflon tavalar gibiler, hiçbir şey üzerlerine yapışmıyor. İhanet, kavga, bencillikler hepsi kolayca unutuluyor ve ilişkiler kaldıkları yerden devam ediyorlar. İstisnalar da var tabii ki ama bunlar kaideyi bozmuyor. Ve bu cemiyetin hiyerarşisinin en üstünde en kalın derili, en zedelenmez ve en acımasız olabilen Michele duruyor. Teflon tavaların en teflonu, en serti, bir bakış açısına göre “en güçlüsü”, bana göre ise en psikopatı Michéle bu çevrenin matriyarkı, lideri. Filmin merkezinde de o var elbette. Michéle karakterine hayran olup çıkanlara şaşmamalı, yönetmen Verhoeven kuşkusuz filminin baş karakterini seviyor. Filmin Kazablanka’nın finaline benzeyen son sahnesinde, Michele ortağıyla beraber güvenli ve güçlü bir şekilde geleceğe ilerliyor.

Michéle hakkında
Filmin bütün ilişkilerini (hatırladığım kadarıyla) tek tek analiz etmeyi isterdim ama bu çok fazla uzun bir yazı olurdu. Yine de Michele bazında biraz deneyeyim. Michele, şiddet ve porno içerikli animasyon oyunlar hazırlayan bir şirketin iki ortağından biri, başlıcası. Böyle oyunlara ihtiyaç duyan bir toplum bize, o toplumdaki insan ilişkilerinin içeriği hakkında bir şey söylüyor. Bundan kâr etmekte sorun görmeyen Michéle hakkında da bir şeyler söylüyor.

Michéle’in annesiyle ilişkisinde sevginin izine rastlamak güç. Michéle annesi beyin kanaması geçirdiğinde ya da öldüğünde herhangi bir acı çekiyor gibi görünmüyor. Michéle oğluyla da yakın değil. Doğduğunda onu emzirmeyi red etmiş ve aralarında o doğal anne-oğul bağı kurulmamış. Michéle, torunu olduğunda da tek bir şey düşünüyor: Bu torunun oğlundan değil de başka birinden olduğunu oğluna ispatlayarak, torunun annesini devreden çıkarmak.

Michéle eski eşinin genç sevgilisinden de nefret ediyor. O kadar ki, kadının yiyeceğinin içine kürdan saklayarak, canını acıtmaya çalışıyor. Michéle, en yakın arkadaşının sevgilisiyle cinsel ilişki yaşadığı gibi, evine davet ettiği komşu çiftin erkeğini, karısının yanında yemek masasının altından ayağıyla taciz ediyor. Michéle’in cinsel davranışları da klasik anlamda “sevişme” içermiyor. Ya erkeği eliyle tatmin ediyor, ya kendisi röntgenleyerek mastürbasyon yapıyor ya da sado/mazo cinsel fanteziler yaşamaya çalışıyor.

Herkesin en başta söylediği şeyi daha söylemedim: Michéle tecavüze uğruyor, daha filmin en başında. Michéle bundan da olabilecek en düşük düzeyde etkileniyor. Depresyona girmiyor, ağlamıyor, polise gitmiyor, hemen bir arkadaşını aramıyor. Kendisini korumak için önlem almaya çalışıyor ve fantezisinde tecavüzcüsünün kafasını eziyor, yani hiç tepki duymuyor değil. Ama normal bir insanın göstereceği tepkiyi göstermiyor. Bu anormal davranış modelini, Michéle’in gücü olarak yorumlayanlar var. Baştan beri anlatmaya çalıştığım gibi Michéle duygulanım bozukluğu mu denir, psikopati/sosyopati mi denir, anti sosyal kişilik mi denir, ne denirse denir ama sağlıklı kesinlikle denilemeyecek bir insan. Kurduğu ilişkiler de sağlıklı değil. Bunun Michéle’in çocukluğunda babasıyla yaşadığı olaylarla kuşkusuz ilişkisi var ama filmin, Michéle böyle biri çünkü bunları yaşadı gibi bir neden sonuç ilişkisi kurmaya çalıştığını söylemek güç. Filmin bir toplumsal eleştiri yaptığını söylemek de güç. Mesela Toni Erdmann’daki kadının, mastürbasyon ve voyörizme dayalı cinselliğiyle içinde yaşadığı yabancılaştırıcı kapitalist ilişkiler arasında bağ kurmak mümkün. “O Kadın” için böyle bir şey söylemek, Michéle’in işinin niteliğine rağmen zor. Film böyle bir şey söylemiyor ve zaten Michéle iş yerindeki en güçlü kişi, işin patronu.

Kötülüğü doğallaştırıyor ve yüceltiyor
Haneke’nin “Piyanist” filminin kahramanıyla Michéle arasında paralellikler var ama Haneke kahramanını yüceltmezken, Verhoeven Michéle’in bir tür kahraman, güçlü bir kadın modeli gibi algılanmasını sağlayacak bir film yapmış (bakınız Altyazı Kasım sayısı).

Ama Verhoeven bu tür mizantropikliği, bir nevi faşizanlığı hep yapıyor zaten. Bir önceki filmi “Kara Kitap”ın en düzgün kişisinin bir Nazi subayı olması nedense kimsede alarm zilleri çaldırmamıştı. Michéle adlı psikopatın bir tür güçlü kadın gibi görünmesi de alkışlarla karşılanıyor. Çünkü Verhoeven kahramanlarını kendisinden daha da kötü, daha da sevimsiz insanların arasına özenle yerleştiriyor. Filmin sonlarında, Michéle’in tecavüzcüsünün eşinin de muhtemelen yaşananlardan haberdar olduğunu anlıyoruz. Yani kadının, kocasıyla Michéle arasındaki tuhaf ilişkiyi bildiği ima ediliyor. Ama bu iki kadın arasında bir sürtüşme yaratmıyor. Michéle’in sevgilisiyle yatması ortağıyla ilişkisini bozmuyor. Vesaire vesaire. Yüzlerine tükürüldükçe “Yarabbi, şükür” diyor sanki insanlar.

Film en büyük şiddetin dindarlardan geldiğini net bir şekilde söylüyor fakat! Bunun dışında söylediği ise bana göre çok tehlikeli bir şey: Âlem buysa kraliçe Michéle’dir gibi bir şey bu. Bu önermenin satın alınmasını/benimsenmesini hayret ve üzüntüyle karşılıyorum. Verhoeven baştan sona ilgiyle izlenen bir film yapmış, Isabelle Huppert de iyi oynamış ama o kadar işte. Hayır, yanlış söyledim, o kadar değil. Verhoeven’in bize söylemeye çalıştığı hastalıklı, faşizan bir şey. Toplumsal bir eleştiri ya da karakter analizi yapmıyor Verhoeven. Kötülüğü doğallaştırıyor ve yüceltiyor. Ve “güç” başlığı altında duyarsızlık satıyor. Filmin birçok sahnesini ikna edicilikten çok uzak bulduğumu da söylemeliyim. Yine aklıma Cannes’da “Ben, Daniel Blake”e gösterilen tepkiyle, bu filme açılan sonsuz kredi geliyor. Neyse bu konuda yeterince yazdım zaten.

***

o-kadin-duyarsizlik-guc-degildir-208290-1.

‘Arrival’: Gelen gideni aratır

“Bir süredir hayatımızda Denis Villeneuve diye Kanadalı bir yönetmen var. Kendisi iddialı, sanat sineması ile ticari sinema arasında konumlanan bir yerde filmler yapıyor. Kimlik meseleleri, modern Oedipus hikâyeleri ve adalet ele aldığı temalardan bazıları. Ama Villeneuve’ün filmlerinde bu temaları taşıyacak bir ağırlık yok. Bir derdi var mı belli değil. Yönetmen neyi hedefliyor, anlamak güç. Sıkı yumruk atıyor ama boşluğa.”

o-kadin-duyarsizlik-guc-degildir-208292-1.Bu paragraf Villeneuve’ün geçen yıl vizyona giren “Sicario” adlı filmi için yazdığı yazının ilk paragrafıydı. Villeneuve cephesinde işler pek ilerlemiyor doğrusu. “Arrival: Geliş” için de “Sicario” için söylediklerimi söyleyebilirim.

Filmi analiz etmek, bizi ters köşeye yatırmaya çalıştığı ve bir sürpriz içerdiği için zor. Uzaylılar geliyor ve bir kadın kızını kaybettiği için acı çekiyor. Bu kadın aynı zamanda, uzaylılarla iletişim kurmak için seçilen ekipte yer alıyor. Bir dilbilimci filan değil, iyi bir simültane tercüman. Film Amerikan sinemasının zorunlu Çin karşıtı mesajlarından içermesine rağmen, diyalogun iyi bir şey olduğunu, Çinlilerin bile annelerini hatırlayınca barışçı olabileceklerini söyleyerek iyi bir halt ettiğini sanıyor. Filmin tek mesajı bu da değil. Film bir de şunu söylüyor: Yolculuğun sonu ne kadar kötü bitecek olursa olsun, asıl mühim olan gitmektir! Sonunda acı ve ölüm var diye yaşamaktan vaz geçmeyin!

İyi şeyler bunlar tabii. Yalnız bu dersleri çok daha usturuplu veren başka filmler var. Mesela “Sil Baştan” (Eternal Sunshine of the Spotless Mind) ne kadar da güzel anlatır hayatın her şeye rağmen yaşamaya değer olduğunu. Ve bunu anlatırken konudan sapmaz, abuk sabuk uzaylıları devreye sokmaz. Mesaj ilmek ilmek dokunur, tepeden kafamıza düşmez.

Bir bacağı eksik iri ahtapotlara benzeyen uzaylılar ise Villeneuve’ün fantezi yoksunluğuna iyi bir örnek. Şu ahtapotlar olmayaymış, bilim kurgu filmleri fena halde zorlanırmış. Neyse ki genellikle kötü adam rolüne çıkan ahtapotlar bu kez hak ettikleri role kavuşmuşlar. Esas erkek olmasalar da sevimli bir ikili oluşturmuşlar.
Villeneuve, kısacası yine Villeneuve’lüğünü yapmış. İddialı ama boş bir film kısacası “Arrival: Geliş”.

***

o-kadin-duyarsizlik-guc-degildir-208291-1.

‘Doktor Strange’ üzerine kısa bir not

Doktor Strange’in önemli bir kusuru bizde pek tartışılmadı. Tilda Swinton’un canlandırdığı Kelt asıllı “Kadim Kişi” hikâyenin orijinalinde Tibetli. Film bu kişiyi Keltli yapmış. Bunun da başlıca nedeni Tibetle oldum olası sorunlu olan Çin’in filmden soğutulmaması, Çin pazarının kaybedilmemesi. Tibetli birinin Keltli bir Beyaz ırk mensubuna dönüştürülmesi, filmin beyaza “badanalanması” olarak yorumlandı ve epey tepki çekti.

Filmin new-age’ci, metafizik mesajı, ruhu bedenden ayrılabilir bir şey olarak tanımlaması benim hoşuma gitmedi. Teslimiyete yapılan vurgunun, İslamla (İslam ne de olsa teslimiyet demek) ne kadar uyumlu olduğunu ise Batılı seyirci anlamayacaktır. Filmin kurtaran yanı, kendi new age’liğiyle de dalga geçer bir halde olması ve görsel efektleri. Hoş bu görsel efektler pek devrimci sayılmaz, bunu ilk kez Inception yapmıştı ve orada bağlamı anlamlıydı. Burada sadece etki etmek için varlar.
Onun dışında ne filmin kahramanının dönüşümü, ne de kötü adamının motivasyonları doğru dürüst anlatılmamış. Fakat film beklenenin üzerinde ilgi görmeye devam ediyor ve edecek gibi.