Bu işler bir gecede ya da son üç beş senede, daha da ileri giderek söyleyelim, son on beş senede olmadı, bu işlerin bir evveliyatı, bir tarih öncesi var.

Bakın, geçtiğimiz günlerde Suudi Arabistan’ın veliaht prensi Muhammed bin Selman, Washington Post’ta yer alan röportajında tarihsel bir itirafta bulunarak, Soğuk Savaş esnasında komünizme ve Sovyetler Birliği’ne karşı Vahhabiliği yaydıklarını ve bunu da müttefikler, yani ABD ve Batı istediği için yaptıklarını söyledi.

Bu itiraf, bütün bir yakın dönem Ortadoğu tarihinin ve bizim de tarihimizin bir özetidir: Türkiye’nin yakın tarihi, devleti yönetenlerin ve sermaye sınıfının, emperyalizmle işbirliği içerisinde ve sol düşmanlığıyla, komünizm korkusuyla İslamcılığa kapıları açmasının ve o kapıdan girenlerin devleti ele geçirerek nihayetinde rejimi değiştirmelerinin tarihidir, olan bitenin özeti budur.

Ordu bu dönüşümün en iyi gözlemlenebildiği yerdir; çünkü Türkiye yönetici sınıfının Soğuk Savaş’ta batının ileri karakolluğunu üstlenme hevesiyle birlikte emperyalizm açısından asıl önemli kurum ordu olmuş, en derin ilişkiler de bu yüzden orduyla kurulmuştur ve NATO üyeliği bu ilişkilerin somutlaştığı mekanizmadır.

İşin daha derin kısmında ise Gladio yapılanması vardır. Komünizmle “hukuk dışı” ve gizli yöntemlerle mücadele adına kurulan bu yapılanma, Soğuk Savaş boyunca bütün NATO üyesi ülkelerde son derece etkili olmuştur. Bir yandan sivil faşistler sokak gücü olarak solun karşısına çıkarılırken öte yandan İlim Yayma Cemiyeti’nden Komünizmle Mücadele Dernekleri’ne uzanan genişlikte dinselleşmeye ivme kazandırılması, tarikatların, cemaatlerin palazlandırılması bir NATO/Gladio projesidir.

Peki İslamcılaştıranın bizatihi kendisi İslamcılaşmadan münezzeh olabilir mi, bundan etkilenmemesi düşünülebilir mi, çürütenin çürümemesi mümkün müdür?

Bu soruların yanıtını biliyoruz artık. Türkiye’nin dinselleştirilmesine paralel bir şekilde devletin bütün kurumlarıyla birlikte ordu da dinselleşti, öyle ki son noktada Fethullahçı çete mensubu subaylar darbeyle iktidarı almaya bile kalkıştı, uçaklar Meclis’i bombaladı, tanklar insanların üzerine sürüldü, sokakta iç savaş manzaraları yaşandı. Bunun sonucunda belki Fethullahçılar –en azından bir kısmı- ordudan temizlendi ama bu sefer de hem başka tarikat ve cemaatler ortaya çıkan boşluğu doldurmaya başladı hem de iktidarın kişiselleşmesi olgusunda somutlaşan yeni rejimin ruhuna uygun bir ordu ortaya çıktı, bu sefer de ordu kişiselleşmiş iktidarın beka mücadelesinin hizmetine sokuldu.

İşte tam da bu nedenle, ihalecisinin, kumarbazının, düşkününün, geçkininin, şöhretini yitirmişinin, botokslusunun, belediyeden konser, devlet kanalından program kapmak isteyeninin tekmili birden bir uçağa doldurulup sınır bölgesine götürülmesi ve kamuflajla taçlandırılmış bir lümpenlik müsameresinin, vıcık vıcık bir arabesk sahne gösterisinin fondaki klarnet sesiyle birlikte tüm topluma seyrettirilmesi şaşırtıcı değil.

Komünizmle mücadeleden, sol düşmanlığından ve korkusundan, dinselleşme politikalarından, Türk-İslam sentezinden, toplumun çürütülmesinden, aklın, bilimin, aydınlanmanın inkârından, cemaatin devleti adım adım ele geçirmesinden buralara geldik. Bu yüzden buradayız, bu akıl tutulmasının, bu kolektif irrasyonalizmin tam ortasındayız.

Tam da bu yüzden işte, öyle olmadığı iddiasıyla ya da olmaması temennisiyle “o askerler siz klarnet şov yapasınız diye mi öldü” sorusu yanlış, çünkü bu sorunun cevabı, bir tür inkâr psikolojisiyle kabul edilmeyecek olsa da aslında “evet”.

Evet, iktidarın iktidarda kalmaya devam edebilmesi için, İslamcılarla milliyetçilerin kurduğu ittifaka can suyu verilmesi için, işsizliğin, enflasyonun, yolsuzluğun ve yoksulluğun konuşulmaması için, muhalefetin susturulabilmesi, olağanüstü halin süreklileşmesi için savaş siyasetine ihtiyaç var. Yeni bir rejim inşa edilebilmesi, “ikinci kuruculuk” iddiasının sürdürülebilmesi, Gazilik, Mareşallik, Başkomutanlık vb. unvanların konuşulabilmesi için savaş siyasetine ihtiyaç var.

Mesele tam da burada başlıyor zaten. Hala karşıda normal bir hükümet varmış gibi yapıldığı için, hala içeride yanlış olanın dışarıda doğru işler yapabileceğine inanıldığı için, hala “ikinci yetmez ama evetçilik” diye adlandırdığım bir tutumla “iktidarı desteklemiyorum ama…” diye başlayan cümleler kurulabildiği için, ahmaklaştıran bir milliyetçiliğin peşine takılıp gidildiği için, savaş siyasetine esastan değil usulden karşı çıkıldığı ve “yaptığınız iş doğru ama ah bir de şöyle demeseydiniz/yapmasaydınız” gibi bir tutum takınıldığı için, “ortada bir vatan savaşı, bir beka savaşı yok, o sizin kendi bekanızın savaşı” denilmediği için çalınabiliyor o klarnet, bu yüzden bu kadar kolay gerçekleşebiliyor bu muamele.

Bu klarnet sesinden, bu müsamereden rahatsız mısınız, -mış gibi yapmadan, eğip bükmeden, hakikatin bir kısmını değil bütününü görerek tutum alacaksınız, başka çare yok, başka çaremiz yok.