En küçükleri onlardı. Taha beş yaşındaydı, Baran 7 yaşında...

Çocuklara üzerine basacağı yaşam zemini bırakmayan ülkenin ölüm sırasına teker teker dizdiği çocukların en küçükleriydi.
Silopi’de evinde damda uyurken “gece kımıltı” cürmünden keskin nişancılarca vurulan 14 yaşındaki Berfin, ağır yaralı kurtulmuştu ama bağrışına koşan anası orada can vermişti.

Taha ve Baran o uğursuz uzun kuyrukta, tek kurşunla vurulan 10 yaşındaki Emin, 12 yaşındaki Fırat, 16 yaşındaki Mazlum’un ve on günde öldürülen diğer çocukların en küçükleriydi...

İkisi de muhtemelen henüz gökyüzü resmi çizememişti,

Sele kapılan Taha’nın cesedi bulunamamış, Baran ise çatışma mahallinde zırhlı aracın çarptığı duvarın altından ezilmiş başıyla çıkartılmıştı.
Hopalı Taha ile Cizreli Baran “2023 Yeni Türkiye vizyonuna” doğmuşlar ve o vizyondan, biri Güneydoğu kentlerine taşınan açık savaşta, ötekisi ise “yatırım etkinliği” sel baskınında boğularak ayrılmıştı. Onlar elbette gerçek çocuklardı, nefes alan, sesinde kuş cıvıldayan, bir gözü anasını kollayan, yalnız kalmaktan, karanlıktan huzursuzluk duyan, dünyayı evi sanan çocuklardı.Ve bugün 42 günde 178 insanımızı gömen “büyük çürümenin fotoğrafında” küçücük gölgeleri dahi düşmeyen sözsüz “gerçeklik” olmuşlardı.

Burası Türkiye idi, kamu kurum ve gücünün vatandaşa karşı tüm yasal sorumluluğundan arınmış, savaş hukukuna bile uymayan, yalnızca meşruiyet ve anksiyete krizi tepe yapmış “fiili duruma” tam sadakatle hizmet ettiği rejimin adıydı.

13 yıllık tek başına iktidar döneminin bittiğini kabul etmeyen rejimin, 1 Kasım’da kişisel referanduma giderken çıkarttığı “iç savaş” kartı çocuk gövdelerinde ateş olup patlarken, şehirlerden dağları yayılan finansal kapkaç sermaye önüne çocukları katmış kara balçık halinde denize uzanıyordu.

Cizreli Baran ve hâlâ kayıp Hopalı 5 yaşındaki Taha; dikenli tellerin ardına sinmiş, kimsenin acısını üstüne bulaştırmadan seyreden, kendini ve çocuklarını güvende sanan “kalabalığın” kara delik vicdanına tüy kadar değmezdi.

Yalnızca “geçici hükümetin” yeni Aile Bakanı’nın tarihsel misyonu, Müslüman kadın ve üç çocuk ideolojik “ hedefinden” iki çocuk daha toprağa düşmüş olurdu..

Taha annesiyle birlikte bindiği İtfaiye aracından “suyun akışını tıkayan” inşaat dolayısıyla taşan dereye devrilince...
Totaliter keyfiyet gücüyle şiddetli yağmur, heyelan, deprem çığ gibi doğa olaylarına boyun eğdireceğine inanmış “üst akıl” kamu yönetimi, taşkını “500 yılın yağışına” ve dolayısıyla 11 vatandaşın ölümünü “Takdir-i ilahiye” bağlamıştı.

Ama tabii ki “Takdir-i ilahiden” fani fırsat yaratan, muhafazakâr taşra kapitalisti Belediye Başkan Yardımcısı halka pahalı sel çizmesi satışında yakalanmıştı.

Cizre’de duvar üstüne yıkılan Baran ise milli 1. sayfalarda yer almamış “savaş medyamız” tarafından sıkı sıkı saklanmıştı.

Baran, yaşadığı öldüğü an inkâr edilen, olay mahalline soruşturma, inceleme ekibi bile yollanmayan ölü Kürt çocuklar bilançosuna eklenirken, “fiili rejimin”1 Kasım’da beka olma savaşında “ hayatını kaybeden siviller” kategorisine dahil edilmişti..

Yakında herkes, bu savaşın ve akıtılan genç-çocuk kanıyla yoğrulacak “vatan toprağı” belagatinin, dozerlerle sermayeye sorgusuz tahsis “dağlara bayırlara denize” sel misali yayılan “özel mülk” ve “tek kişilik rejim” tanzimi demek olduğunu, kendi “güvenceli” hayatına kesilen “ağır kayıplarla” anlamak zorunda kalacaktı.

Ama o gün el kadar çocuklar öldürüldüğünde sindikleri yerden çıkartmadıkları “o ses” onları terk etmeyecekti...

Bir böğürtü olup gırtlaklarını basacak...

Bir daha da insan sesi çıkartamayacaklardı...