Spotlight’ın en iyi film Oscar’ını alması ülkemizde haddinden fazla ilgiye mazhar oldu. Oscar uğruna ayıyla bile güreş tutan ve nihayet Oscar’a uzanan Leonardo Di Caprio’dan çok Spotlight’ı konuşuyorsak ayıyla ve Leo ile değil gazetecilikle bir derdimiz var, demek ki diye düşünüyorum. Filmi ilk izlediğimde sinema salonunun hıncahınç dolu olmasını da ona bağlamıştım. “Vay arkadaş Recep İvedik 4’ün ilk haftası gibi ambiyans” dediğimi hatırlıyorum. Bilindiği üzere Spotlight filmi gerçek bir hikâyeye dayanıyor. Rahiplerin karıştığı, neredeyse sistematik hale gelmiş ve hep örtbas edilmiş bir cinsel taciz skandalının ortaya çıkarılış macerasını anlatıyor. Boston Globe gazetesinin bu özel dosyayı araştıran Spotlight ekibi de filme adını veriyor. Bugünlerde sosyal medyada ve köşelerde Spotlight eksenli yazı ve tartışmalar görüyorum. İki eksende yürüyor; bireysel olarak gazetecileri “işte böyle cesur değilsiniz” diye suçlayanlar ve “olayı iktidarın baskılarına bağlayanlar.” Bana kalırsa iki tarafın da haklı yanları var ama sonunda aslan payı sisteme ait bence. Bu haftaki Köşe Vuruşu’nda, bu ara sıkça yankılanan “Bizden niye Spotlight çıkmıyor ya?” sorusuna bir otopsi yapayım isterim.

1-Klişe ama gerçek: Medya ve sermaye
Bir defa en önemlisi bu. Çok klişe söylem evet ama gerçek: Medya sahiplerinin medya dışında yatırımları varsa ve bu yatırımlar devletle de ilişkiliyse illa ki bir noktada köşeye sıkışırlar. Hele ki gazeteciler sendikasızlaştırılmış ve korunaksız kalmışsa. Yani, “medyada medya dışı sermaye” bize özgü bir sorun değil ama gelişmemiş bir demokrasi kültürü, hukuksuzluk ve sendikasızlaştırmayla bir araya gelince sonuç daha ağır oluyor. Yani hemen içi boşaltılıveriyor. Gelen iktidar da fütursuzca kendi medyasını inşa etmek adına boşluklar buluyor.

2-Asıl dert gazetecilik olursa
Bir örnekle gidelim. 17-25 Aralık Yolsuzluk Operasyonları’nda üzerimize kamyonla tape ve dosya boca edilmişti hatırlayacaksınız. Kesinlikle kayda değer şeylerdi ama asıl önemli olan orada bu dosyaları incelerken, bunları boca edenlerin niyetlerini de aynı gazetecilik dürtüsüyle sorgulamaktı. Onun yerine tapelerin, dosyaların şehvetine kapılıverdi ana-akım medyamız. Onlarla hükümet yıkılıverecek sanıldı, asıl iş yani gazetecilik unutuldu. Bir dizayn sevdası aldı, yürüdü. (belki de asıl niyet oydu) İlk seçim onun öyle olmadığını gösterdi. Parmak bir yeri işaret ederken, evet işaret ettiği yere bakılır ama parmağın sahibine ve niyetine de bir bakmak şart. Çünkü o da gazeteciliğin konusu.

3-Bedel
Bir defa gazetecilerin karşısında üç tehlike var. Tutuklama, işsiz kalma, itibarsızlaştırma, öldürülme. Bu dört tehlikeyi göz önüne alarak yürümek gerekiyor. Tutuklananlar eğer bir kamuoyu oluşursa şanslı ama oluşamazsa “hapishanelerde şu kadar gazeteci var” cümlesinde bir istatistik olarak kalıyor.
Yani bedeli ağır. Ödetenlerle mücadele edilmeli mi kesinlikle ama tüm gazetecilerden bir süperkahramanlık bekleme konusunda bir sıkıntı var. Bir sonraki maddede açacağım bunu.

4-Talep
Gazeteciliğin arz tarafını düşünüyoruz, gazetecileri, medya patronlarını ve doğal olarak iktidarları suçluyoruz da “haber ne kadar talep ediliyor?” hiç düşünüyor muyuz? Yani bir dosya için hayatını, geleceğini riske atıyorsun da onun karşılığını nasıl göreceksin? Kaç kişinin umrunda olacak? Toplum ne kadar hazır, ne kadar duyarlı? Bu sorunun yanıtları gazeteciliği aşar. Sosyolojiyle, tarihle, demokrasi kültürünü özümsemekle, eğitimle ilintili bir sürü nedeni var. Eğer sizi güçlü bir talep motive ederse pek çok şeyi göze alırsınız da o ne kadar mevcut? Bizde niye “Spotlight” gibi gazetecilik örnekleri yok derken bu soruları da bir cevaplamak gerek. Herkesin şapkayı önüne koyup bir düşünmesi şart. Hiçbirimiz hariç değil bundan. O Spotlight’ı öyle bırakmamak gerek yani.

***

“Adalet varmış diyememek”
Nihayet Can Dündar ve Erdem Gül serbest kaldı. Bir nefes aldık ama asla derin değil. Sosyal medyada “demek ki hala adalet varmış” birkaç paylaşım görüp acı acı gülümsediğimi hatırlıyorum. Bundan suçluluk da duydum ama gecikmeden yanıt geldi. Dündar ve Gül’ün IMC TV’ye başlarından geçeni anlattığı sırada IMC TV’nin uydu yayını kesiliverdi. Sonra tutuklu DİHA muhabirleri bir tarafta, dün bu yazı yazıldığı sırada Küçükarmutlu’daki yıkımı takip eden gazeteci Gülşen İşeri’nin gözaltına alınması bir tarafta. O derin nefes çok uzakta. Dündar ve Gül’e “geçmiş olsun” demeye engel değil asla.