Oberhausen’in ayrıcalıklı bir yeri var. Martin Scorsese, George Lucas, Werner Herzog ve Chantal Akerman gibi isimler ilk kısa filmlerini Oberhausen’de göstermişler. Oberhausen Manifestosu da bu festivalde ilan edildi

Oberhausen: Kısa filmin Mekke’si

Cannes Film Festivali uzun metraj filmler için neyse, Oberhausen Kısa Film Festivali de kısa filmler için o: Kendi kulvarındaki en prestijli festival. Bu yıl 63’üncüsü düzenlenen festivale konuk oldum. Oberhausen, Köln ve Düsseldorf gibi büyük kentlerle çevrilmiş olmasına rağmen, o kentlerin yanında oldukça küçük ve gösterişssiz bir şehir. Festivali daha da ilginç kılan öğelerden biri de bu. Oberhausen’in hem Alman hem de dünya sineması tarihinde ayrıcalıklı bir yeri var. Martin Scorsese, George Lucas, Werner Herzog ve Chantal Akerman gibi büyük isimler ilk kısa filmlerini Oberhausen’de göstermişler. Yeni Alman Sineması’nın doğuşunu simgeleyen Oberhausen Manifestosu da bu festivalde ilan edilmiş. Alexander Kluge’nin öncülüğüyle ve “Babanın Sineması Öldü!” sloganıyla Şubat 1962’de manifestoyu ilan eden sinemacılar, artlarından gelen Fassbinder, Herzog ve Schlöndorff gibi isimlerin yolunu açmıştı.

‘Baba’nın sinemasına isyan, Oberhausen’de bugün de sürüyor. Festivalin yöneticisi Lars Henrik Gass, festival kataloğundaki, yazısının başlığını ‘Zor Olmak’ olarak koymuş ve yazıda da zor filmler seçmelerini savunmuş. Oberhausen’deki filmlerin çoğu için zor sıfatı rahatlıkla kullanılabilir. Hatta bazen zor sıfatı da yetersiz kalabiliyor. Gass, yazısında dominant kültürel akımlarla uzlaşmama sözünü sürdüreceklerini vaad ediyor ve böyle bir festivalin hazır bir izleyici kitlesi olan Berlin gibi büyük metropollerden çok, Oberhausen gibi küçük bir kente yakıştığını söylüyor. Her anlamda zorlukla yüzleşmeye istekli ve hazırlar yani. Tabii, isyanın kendisinin de bir tür iktidar biçimine dönüştüğü de söylenebilir. Eğer yeterince ‘zor’ değilse filminizin, Oberhausen’de yer almasını düşünmeyeceksiniz. Bu yıl Türkiye’den festivale katılan hiçbir film yoktu. Ama geçmişte Aykan Safoğlu’nun ‘Kırık Beyaz Laleler’ (2013) filmiyle bu festivalin büyük ödülünü kazanmışlığımız var. Safoğlu’nun kendi anıları ve düşünceleriyle, James Baldwin’in Türkiye’deki hayatını harmanladığı bu film, Raoul Peck’in ‘I Am Not Your Negro’ filminin yankılandığı şu günlerde yeniden hatırlanmalı. Geçen günlerde İstanbul Film Festivali’nde gösterilen ‘I Am Not Your Negro’ bilindiği üzere James Baldwin hakkındaydı.

Festival filmlerinin zorluğundan bu kadar söz ettikten sonra, uluslararası yarışmayı kazanan filmin maksimum derecede basit bir film olduğunu söyleyerek, meseleyi daha da karmaşık hale getirmenin tam zamanı. Çinli yönetmen Cui Yi’nin büyük ödülü kazanan ‘Yaz Sonu’ (Qiu) adlı filmi 13 dakikalık tek ve sabit bir plandan oluşuyor. Asırlık bir tiyatro salonunda geçiyor ‘olay’. Tiyatro artık, kitle turizminin bir parçası olmuş. Doldur boşalt sistemi çalışan tiyatro salonunda yemek masaları var artık. Filmin başında çalışanlar masalara yiyecek ve içecekleri yerleştiriyor. Ardından yerli turist grubu hızla masalara yerleşiyor, ardından dansçılar ve akrobatlar sırasıyla sahneye çıkıyor, şov bitiyor ve masalar toplanıyor. Film bütün bunları kesintisiz gösteriyor. Herşey 13 dakika içinde olup bitiyor. Seyirci olma hali, tüketim, tarih üzerine istediğinizi düşünmek serbest!
İkincilik ödülünü alan Taylandlı sanatçı Chai Siris’in ‘500.000 Yıl’ı Apichatpong Weerasathakul’un etkisini taşıyor. Ataların ruhlarına inanan Tay toplumu, bir neandertal insan heykeline adaklar sunduktan sonra, heykeli eğlendirmek için ona bir film gösteriyorlar! Etkileyici görüntüler ama filmin sürprizini anladığımı söyleyemeyeceğim.

Üçüncülük ödülü (e-flux ödülü) yine Çinli bir sanatçıya gitti. Zhong Su’nun animasyon filmi zalim-mazlum diyaletiğini anlatıyordu ve mesajını oldukça net, bana kalırsa biraz da klişe bir biçimde iletiyordu. Bu film Kuzey Ren Westphalia Kültür Bakanlığının da üçüncülük ödülünü kazandı.

Çin filmlerinin başarısı FIPRESCI ödüllerinde de sürdü Hao Jingban’ın ‘Parçalar’ filmi dans ve tarih üzerine bir meditasyon niteliğindeydi.

En İyi Alman Kısa Filmi Yarışması’nın biriciliğini ise Ulu Braun’un ‘Hostel’ ya da ‘Sığınak’ (Die Herberge) adlı filmi kazandı. Braun’ın filmi bütün yarışmalar içinde görsel ve işitsel olarak en etkileyici filmdi belki de. Dijital görüntülerle gerçek görüntülerin harmanlandığı film yaşadığımız hayatın keşmekeşini distopik bir dille anlatıyordu. Başka ne kelime kullanacağımı bilemediğim için anlatıyordu diyorum ama filmin ne anlattığını anlatmak açıkçası mümkün değil. Her seyirci için farklı bir anlamı olabilir filmin. Açıkçası bu filmleri özetlemeye çalışmak abes aslında.

Bunun istisnası Çocuk ve Gençlik Filmleri Yarışması’nın birincisi için söylenenilir ancak. Amerikalı Aude Cuenod’un filmi ‘Hurda Bebekler’, kız arkadaşını bir kazada kaybetmiş bir çocuğun hurdalardan heykel yapan bir sanatçıyla karşılaşıp kendisine bir çıkış bulmasının hikâyesi. Klasik hikâye anlatımına en yakın filmler zaten buyarışmadan çıkıyor. Bu yıl 40’ıncısı düzenlenen yarışmadan yapılmış bir seçme festivalin açılış töreninde gösterilmişti. Doğrusu o filmlerin damağımdaki tadı, festivalin sonuna kadar sürdü.

Festival bünyesinde bir de müzik videoları yarışması var. Bu yarışmada Tindersticks’in ‘Second Chance Man’ adlı parçası için, Christoph Girardet’nin yaptığı film birinciliği aldı. Arşiv görüntülerine yer veren film Tindersticks’in parçasını destekliyor, anlamını genişletiyor.

Oberhausen Film Festivali’nde birçok panel de düzenlendi. Bunlardan birinde ben de konuşmacıydım. Banu Cennetoğlu (çağdaş/güncel sanatçı), Erol Mintaş (yönetmen), Turgut Erçetin (müzisyen) ve ben, çok meraklı bir dinleyici kitlesi karşısında Türkiye’deki son politik gelişmeler ve bunların sanat üzerindeki etkisi üzerine konuştuk.